22 Eylül 2024 Pazar

Sermest Ayılmaz / Belki Şiiri Üzerine
















göğün altındayken biz
bir çocuk renkli harflerle yazdı düşlerini
bir de harita çizdi gülümseyen
denizleri büyük denizleri temiz

yağmurlar insanı insandan arındırırken
belki karanlık sokaklar kaybolur
kapılar uzak bir kente açılır
belki Van belki Erzurum
düşlerin yanı başında uçurum
belki başka bir yol bulurum
bir yol adını çoktan unuttuğum 

bir düş daha kırılırken 
bir düş daha kurulmuştur belki
belki orada başka bir ihtimal daha vardır
saçlarını bir ırmağa uzatmaktadır siyah saçlı kadın

belki yeniden balçıkla aşk arasında bulurum kendimi

yeniden kalemle kağıt arasında 

                                                                                                                                                                                     
Ahmet Yılmazefe'nin kitabına da ismini veren  "Belki" şiiri, oldukça güçlü ve çok katmanlı imgelerle örülmüş, derin anlamlar barındıran bir şiir. İşte bu şiir hakkında genel bir değerlendirme.


Şiir, "belki" sözcüğü etrafında dönen bir belirsizlik ve olasılık temasını işliyor. Bu kelime, hem şiirin ana yapısını hem de atmosferini oluşturuyor. Şiirin yapısı, her bir olasılığı sorgulayan ve umutla karışık bir belirsizlik duygusunu vurguluyor.

Tekrarlar (örneğin "belki" sözcüğü) şiire ritmik bir akış kazandırırken aynı zamanda okuyucuyu gelecekteki olasılıklara odaklıyor. Bu tekrarlar aynı zamanda şiire bir meditasyon hissi veriyor; her "belki" yeni bir ihtimalin kapısını aralıyor.

"Bir çocuk renkli harflerle yazdı düşlerini" ifadesi, masumiyet ve hayal gücüne yapılan bir atıf olarak oldukça etkileyici. Çocuğun düşleri, saf hayal gücünün ve gelecekteki ihtimallerin sembolü.

"Yağmurlar insanı insandan arındırırken" gibi imgeler, şiirde insanın kendisiyle ve doğayla ilişkisini yeniden keşfetme sürecini anlatıyor. Yağmur, burada bir arınma ve yenilenme aracı olarak karşımıza çıkıyor.

"Belki Van belki Erzurum" gibi yer adlarının kullanımı, şiire yerel bir boyut katarken, bu şehirlerin belirsizlik ve uzaklık ile ilişkilendirildiği seziliyor. Uzak kentler ve bilinmeyen yollar, hem fiziksel hem de içsel bir yolculuğun simgeleri.


Şiir, hem kişisel hem de evrensel bir arayışı ele alıyor. Geçmiş, hayaller, olasılıklar ve kayıplar üzerinden bireyin kendini bulma ve kaybolma süreçleri işlenmiş. Özellikle "bir düş daha kırılırken, bir düş daha kurulmuştur belki" ifadesi, hayal kırıklıkları ve yeniden umutlanma arasındaki dengeyi çok başarılı bir şekilde yansıtıyor.

Şiir boyunca hissedilen duygusal yoğunluk, belirsizliğin getirdiği hüzünle birleşiyor. İhtimallerin sonsuzluğu ve her birinin ardında farklı bir hikaye yatabileceği fikri, şiire hem umut hem de hüzün katıyor.


Şiir, imgeler açısından zengin ve okuyucuyu düşünmeye sevk eden bir derinliğe sahip. Her dize, yeni bir anlam katmanı sunuyor.

Belirsizlik ve ihtimaller üzerine kurulu tema, okuyucuda merak uyandırıyor ve şiirin sonunda dahi tam bir kapanış hissi bırakmıyor; bu da şiirin etkisini artırıyor.

Genel olarak, "Belki" şiiri derin bir içsel yolculuğu ve belirsizliklerin büyüleyici yanlarını işleyen başarılı bir şiir.

2 Temmuz 2022 Cumartesi

Self Servis Sevgiler / Bilge Kalaycı



Acı çekmek aşk'a iliştirilmiş bir 'ek' midir?

Kim ek'inde acıyı taşıyan aşkı yaşamak ister ki?..

İşte bu yüzden hep tereddütle bakılır âşıklara.

“Neler saçmalıyor, ah ne yazık; acı çekeceğini bilmiyor garibim” gibisinden uzaktan bakılır hâl-i pür melâline…

 

Benim anlamadığım yeryüzünde bu kadar farklı yaşayan, farklı düşünen insan varken -evet aşk insanlığın ilk ortak değeridir- konu aşka gelince bu farklılıkların silinip atılması ve aşkın evrenselleştirilmesidir. Bir kişinin yaşadıkları tümünü kapsar konu aşksa….(Oysa aşk evrensel bir değer olmasına rağmen yaşantısı kişiseldir.) Hoş bakışmalar, gülüşerek söze başlamalar, gül alıp vermeler, şiirler, aşk mektupları, gecenin gündüzün karışması, aklı havada dolaşıp durmalar falan… Ve sonra –buna iki yıl diyenler de var- gelsin soslu acı… Neden? Aşk bitti de ondan. Sıra ekli dosyayı yaşamaya geldi. Final acılı son…

Aşk bence yoğun ve özelleştirilmiş bir sevgidir… En başta özgürdür. Kişinin kendi tekelinden bağımsızlaşma mücadelesinin bir sonucudur aşk… Kimsenin sahiplenebileceği bir meta değildir.

Sevmek, (E.Fromm’u da hatırlayalım) ‘bireyin taşıdığı değerin en üst noktasıdır’. Kendinde olanı verir seven. Ve gerçek sevgi karşılık beklemeyendir. Yoksa birinin sevgisine ihtiyacımız var da onu bizi sevmeye davet ediyorsak; sevgi açlığımız var demektir.

Aç olanın önüne bir tabak yemek koyarsınız olur biter. Ama sevgi açlığı çeken kişi doymak bilmez. Tüketir karşısındakini… Ve o da çeker gider bir gün.(Aslında çekip gitmez tükendiği için değişmiştir- ÇÜNKÜ AYRILIK, UZAKLARA GİTMEK DEĞİL; İÇİNİ DÖKMEKTEN VAZGEÇMEKTİR.-) İşte asıl yanıldığımız ya da yazarların yanıldığı nokta burasıdır. Birey, sevgisine karşılık bekliyorsa narsist bir tutum içindedir ve acı çekmeye mahkumdur. Çünkü özgürleşememiştir. Köledir.

 

Koşullu sevgi diyoruz kölelerin sevgisine. “Ben seni seviyorum, sen de beni sev.”

Bakın ne kadar saçma. Bunu söyleyen biri sevdiğini seçmiş fakat karşısındakine de seçme şansı bırakmıyor!

“Beni sev” diyor, “çünkü ben seni seviyorum…”

Japon yazar Toyotome,  üç türlü sevgiden söz ediyordu.

"Eğer, çünkü ve rağmen…"

Seni severim eğer beni seversen. Bitti!

Seni seviyorum, çünkü çok güzelsin. Bu da bitti. Çünkü güzellik kalıcı değildir.

Rağmen…

Her şeye rağmen seni seviyorum. En şık ve en pejmürde  halinle, nazınla-kaprisinle, dağınıklığınla! Kısaca seni sen yapan her şeyinle "seni seviyorum"dur bu...

Siz karar veriniz. Hangileri biter, hangisinde acı vardır ya da yoktur?

 

Bence sevgisini sunma cesaretini ortaya koyan kişi sevgi kategorisini iyi belirlemelidir. “Benim bu insana ihtiyacım var o halde onu seviyorum” öyle mi?.. Ya ihtiyacım biterse bir gün? (Genelde “evlenince aşkımızı kaybettik” türü yakınmalar bundan doğar)

“Bu insan benim hayatımdan çıkarsa, ben yıkılır mıyım?”

 Bizim onu tercih ettiğimiz gibi o da bir tercih yapabilir bir gün…

Eğer yıkılırsam demek ki ben anne kucağını arayan psikoloji ile sevmişim. Demek ki o hep yanımda olsun, kendi zayıflığımı göstermesin bana diye düşünmüşüm. Elbette acı çekerim o zaman. Anne sütünden kesilmiş bebekler gibi ağlarım. Bu gayet doğal.

 

İnsanlarımız  çocukluğundan beri verme’den çok alma  şartlı edimiyle yetiştirildiğinden sevgiyi karşıdan almak isterler.

Sevilmek isteriz. Etrafımızdakiler sevsin bizi.

İyi, güzel; sevsin.

Ama sevmeyebilirler de!

Sevilmediğini düşünmek her insanı yaralar.

Fıtratımızda beğenilmek, sevilmek var. Fakat bu bencilce bir hal alırsa, sonu hüsran olur.

Sonra herkese “sakın sevme acı çekersin”, demeye başlar. Nesilden nesile aktarılır bu arabesk tecrübe. Gençlerimiz daha sevmeden ayrılık ve acı çekme üzerine kaygılar biriktirirler kumbaralarında.

 

Burada sevgimizin kimliği en önemli faktör. Bir de sunuş şeklimiz tabi. İkramınızın kabul edilmemesi sizi üzebilir belki ama bu onun -ikram ettiğiniz şeyin- değerini düşürmez. Siz onun güzel bir pasta olduğuna inanıyorsanız, bu mutluluk ortaya böyle güzel bir pasta koyabilmiş olmanın bir mutluluğudur.

Her şeye rağmen sevebilmek gerçekten eşsiz bir duygu. Bu şekilde seviyor olmanın mutluluğunu hiçbir şey gölgeleyemez. ( Ki vefasız olsa bile, bu onun tercihidir çünkü. Kimse bizim istediğimiz gibi düşünmek, giyinmek, davranmak ve de sevmek zorunda değildir.)

 

Seven insan sevdiğinin özgürlüğünü istemedikçe gerçekte sevmiyor demektir. Özgür insan kendi tercihini kendi yapar. Ve buna saygı duymak gerekir.

 

“Her başlangıcın bir sonu vardır”. Eğer seviyorsak ve sevdiğimiz gidebilme ( ayrılık) cesaretini gösteriyorsa onu takdirle karşılamak ve “ben seni işte böyle bir insan olduğun için seviyorum” demek yakışır sevene. Ve yaşanan zaman diliminin güzelliği karşısında sadece susmak düşer âşık'a.

Hayat zaten böyledir. Sağı solu suçlamaya ne gerek vardır?

 İnsanoğlu çok garip… Dahası yaşadıklarından başkasını suçlayabilen tek canlıdır herhalde… Bardağın boş tarafını gören de o…Oysa yaşanan güzel anlar bir ömre bedeldir de görülmez…

       ****

Tüketim kültürünün kapsama alanında, cafede-büfede self servis duygulara aşkı karıştırmanın ne alemi var!

Sevgiyle kalın.

 -----

 *Foto:Deb Parker

5 Ekim 2021 Salı

Sermest Ayılmaz / Bir Roman Okudum Kafam Karıştı

          

         



          Roman okumayı severim.İyi romanları daha çok severim. Burada hemen akla şu geliyor: “Kime göre iyi roman?”  Tamamen edebi zevkime göre. Yani öyle nesnel bir değerlendirme söz konusu değil. Bu arada tamamlamadığım romanların sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Yarısında bıraktığım romanlar bile oldu.    

          Doğu ve Batı medeniyetlerinde estetik anlayış farklı zeminlerde ortaya çıkmıştır. Batı estetiği gerçeklik perspektifi üzerine, Doğu estetiği ise rüya ve hayâl perspektifi üzerine gelişmiştir. Gerçeklik estetiği ön planda olduğu için Batı edebiyatında roman başta olmak üzere düzyazı önem kazanmış ve gelişmiştir. Oysaki Türk edebiyatında  rüya ve hayâl ön planda olduğu için şiir  hep önemsenmiş , her zaman baş tacı edilmiştir. Hayâl ve rüya âleminin kapılarını yüzlerce yıldır sonuna kadar aralamıştır.

           Türk okuru ilk romanı günümüzden yüz altmış yıl kadar önce çeviri yoluyla tanımaya çalıştı. Daha sonra yerli romanlar yazıldı ve o ilk acemilikler atlatıldıktan sonra zamanla güzel eserler ortaya çıktı.Her ne kadar edebiyatımız roman türüyle çok geç karşılaşmış olsa da roman türünün gelişiminin oldukça hızlı olduğu söylenebilir kanaatimce. Dünya çapında ödül alan romancılarımız olduğuna göre.

          Kitap satışları ve kitap okunma oranları salgın döneminde artmış. Buna seviniyoruz haklı olarak. Çünkü yazarlarımızın ne kadar nitelikli okur olduğu konusunda bile ciddi kuşkularım var. Bu dönemde ben de pek çok roman okuru gibi kendimce bir okuma listesi yaptım.Listemde yerli ve yabancı romanlar da vardı, daha önce okuduğum hâlde üzerinden uzun yıllar geçtiği için yeniden okumak istediğim romanlar da.  “Veba Geceleri” de listemde yer aldı. Kitabın yazarı ve yayıncısı da bu kitabı piyasaya sürmek için bundan daha iyi bir zaman düşünemezdi herhalde. Hatta kuşkucu tarafım zihnimi meşgul ediyor arada bir: “Yoksa bu adamlar böyle bir salgın olacağını önceden biliyorlar mı?”

“Veba Geceleri” romanını okurken zaman zaman değişik sorularla cebelleştiğim de oldu. Yazarın başta TRT’de bile konuşulması kitabın bir bakıma reklamının en üst perdede yapılması edebiyatla nasıl ilişkilendirilecek. Veba Geceleri, okur gözüyle bana ne düşündürdü? Bu soruyu biraz açacak olursak  öncelikle oryantalist bakış açısının romanın bütününe yayıldığını söylemem lazım.Roman yazarları, kurmaca anlatıcıya bırakırlar anlatımı. Orhan Pamuk, bu anlatıcıyı romanında biraz değiştirmiş diyebilirim.Romanda birden fazla anlatıcı var. Asıl üzerinde durmak istediğim bu roman niçin kaleme alındı?

          Aşk,ölüm ve aidiyet üçgeni romanın temel çatışmasını oluşturuyor.  Yazarın Doğu’ya bakışı sıradan bir roman okurunun bile dikkatinden kaçmıyor.Çünkü romanda geçen  cami ve kilise bile betimlenirken çok bariz bir şekilde taraf tutuluyor hissi veriyor okura. Kiliseden bahsedilirken bakımlı ve temiz, camiden bahsedilirken bakımsız,güdük minareli... Roman üzerine okuduğum yorumların bazılarında aşk ve ölüm çatışmasına vurgu yapılıyor. Fakat romanda en çok dikkat çeken şey, Sultan Abdülhamit’in  romanın bütününde çok ağır bir şekilde kötülenmesiydi. Bu kötüleme hem roman kahramanları üzerinden hem de anlatıcının yorumlarıyla yapılıyor.Öyle ki “Bu roman niçin yazılmış?” sorusunun cevabı roman vasıtasıyla tarihî gerçekliği tamamen devre dışı bırakarak Abdülhamit’i değersizleştirmek gibi geldi bana.Sultan Abdülhamit’in üzerine yazılmış birçok yazı var. İki keskin pencereden biri Sultan Abdülhamit’i sürekli güzel bir bahçede resmederken; diğeri sürekli sevimsiz,çirkin bir mekânda tasvir eder. Biraz tarihî olayları aklıselim bir şekilde yorumlama kabiliyeti olanlar bilir ki pencerenin biri Yahudi seviciler tarafından tutulmuştur ve yazık ki Orhan Pamuk’un ücretsiz olarak Amerika’da eğitim gördüğü yazarlık okulunun finansörü İsrailli bir ailedir.Ödüllü yazarımızın romanını okurken zaman zaman çok sıkıldığımı söylemeliyim. Ahmet Mithat Efendi’yi aratmayacak kadar gereksiz ayrıntı ve bilgiye yer veren yazar psikolojik tahlillere fazla girmemiş.

 

          Önce şiir yazmak ister edebiyat insanı. Şiirde zorlanınca öyküye sığınır, öyküde de başarılı olamayınca romanda dener şansını. Orhan Pamuk da öyle yapmış olmalı.Fakat yazarlık sahnesine çıkarken arkasındaki hatrı sayılır destekçileri olmasaydı acaba bugünlere gelebilir miydi yazar olarak?

           

         

 

29 Eylül 2021 Çarşamba

Ahmet Yılmazefe / Yine





Yine

 

yine de özler insan bir şarkıyı

bir şarkının sözlerini

en çok da seni

bir bahar muştusu gözlerini

 

yine de insan bir ata binip koşturmak ister

bilse de gemilerin denizde parmak izini

köpüren masmavi suları ve tendeki tuzu

küçük dünyamızda beklerken son yolcuyu

 

 

yine de insan karıştırmak ister bazen

sandıklarda saklanan küflü anıları

asla bırakmam seni diye bir yemini 

ve siyah beyaz bir fotoğrafı

 

yine de hatırlamak ister insan

şiir yazdığı komşu kızını

kitap sayfalarında kurutulmuş gül yaprağını

 

aynada sarışın çocukluğuna inanmak ister insan

 

 

Nisan 2021     
Ahmet Yılmazefe


23 Temmuz 2021 Cuma

Sermest Ayılmaz / İmge Şiirin Neresindedir?

    

    




         Yıllar önce Murathan Mungan bir masalını  “Bu masal, 'Artık bütün şiirler aynı sözcüklerle yazılıyormuş gibi geliyor bana.' diyen dostum M.Kemaloğlu’na ”   diyerek ithaf etmişti.Gerçekten de günümüz şiirine bakacak olursak M.Kemaloğlu’nun haklı olduğunu görürüz. Çünkü şiirler yazılıyor, yayımlanıyor, fakat aynı şiirleri okuyormuşuz hissi veriyor okuduklarımız. İmgeler neredeyse birbirinin tekrarı.Hatta imge aşırma  yapanlara bile yer veriliyor bazı dergilerde. Şairlerin birbirinden belli ölçüde etkilenmesi zaten kabul edilebilir bir durumdur. Hemen her şair kendi şiir dünyasını kurana kadar başka şiirlerden beslenir. Fakat şiirleri yayımlanmaya başlayınca işin rengi değişir. Şairden beklenen özgün imgeler ve şiirlerdir. Son zamanlarda tanınmış  büyük dergilerde bile orijinal bir şiire rastlamadığımı söylemem lazım.

 

        Birbirlerine iltifatlarla Türk şiirini yeniden yüceltme iddiasındaki birçok isim, iyi şiirin çok uzağında dolaşıyor. “İmge nedir,imgesiz şiir olur mu?” sorularını soruyorum kendime. İmgeyi “zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, hayal,hülya” şeklinde tanımlıyor Türkçe sözlüklerin çoğu. Biz ne anlamalıyız peki bundan? Sözcüklerin yeni ya da başka bir anlamla kullanılmasını anlayabiliriz. Başka bir deyişle “kelimelerin sanatlı kullanılması, yeni bir anlam kazanması” diyebiliriz.

     Okuduğum şiirlerden birinin ilk dizesinde  İsmet Özel’in izini güçlü bir şekilde hissettim.  “artık zehir olduğu biliniyor suskunluğun” dizesini okur okumaz İsmet Özel’in “susmak elbette zehirlidir”  dizesi geldi aklıma. “Demirden sağnaklar altında uyur sevdiğim” dizesi de aynı şekilde okurun gözüne sokulurcasına başka bir şiirde karşımıza çıkmıştı. İmgeden kastımız elbette bu değil. Özgün imgeler kullanmalı ki kendi parmak izini şiirinde gösterebilsin şairler.

    İmgesiz şiir olur mu? Bence olmaz. Elbette çok başarılı istisnaları var. Fakat genel olarak şiir imgesiz olmaz. Aksi hâlde düzyazıdan farkı olmaz. İyi şiir düzyazıya dönüştürülemez.İçindeki imge,ahenk ve müzik kaybolur çünkü.

“uzakta çıplak balını dağıttı vaatlerin ayazlı tamgası

 gökkuşağının kurtarılmış halatında anımsamanın gemisi,

 vadenin, açlığın yılanı,ufalanan gül, kocamış ölü

…”     

     Haziran ayında bir dergide okuduğum şiirden üç dize.Bu dizelerde birbiriyle hiç de ilgisi olmayan "ortaya karışık" diyebileceğim imgeler var. Fakat ortada şiirsel bir çağrışım yok.İkinci Yeni şiirinin kötü bir taklidi. İkinci Yeni şiiri dikkatle okunduğunda yeni ufuklara bir yolculuğa çıkaracaktır sizi.Fakat taklidini okursanız şiire geçici bir süre ara vermek zorunda kalabilirsiniz. Okuru şiirden uzaklaştıran  bir yanı var çünkü kötü taklitlerin.

 

    Geçen gün imge ve şiir üzerine bir grup gençle sohbet ederken gençlerden biri bir şiirini okumak istediğini söyledi. Şiirde dikkatimizi çeken imgeler vardı, en azından beni umutlandırdı bu şiir.

ağaca çiçeği hatırlattı bahar

ekinlere başağı

insana hayatı

oysa halkım unutmuştu yaşamayı

nasırlı elleriyle bir kelebeğe dokunmayı

 

bahar kara bulutların üstünde

yepyeni bir yağmurdu

 

               Bu şiirde şair, imgede tasarruf ederek çok doğru bir şey yapmış.Kelimelerin gücünü ve sınırını yerinde kullanmış. Okurken hem baharın coşkusunu, hem de nasırlı elleriyle halkın sızısını hissettirdi bana.Üstelik toplumcu gerçekçi iddiasıyla bir manifesto zırhına bürünmeden. Şiirde gereksiz ve çok imge kullanmak demek, aşırı makyaj yapan bir insanın yüzünün gerçek hâlinin görünmemesi gibidir. Yani fazla sanat şiiri öldürür. Nitekim başarılı bulduğum bahar şiirinde sanat,şiiri örtmemiş. Şair; imge,mesaj,ahenk ve müzik dengesini iyi sağlamış. Okurda geriye bir şiir tadı bırakıyor.

 

               Şiirde imge önemlidir.Fakat şiirde imgeyi yerli yerinde kullanmak biraz maharet gerektirir, biraz da ustalık.Ustalık kazanmak da iki üç kişinin pohpohlamasından değil, şiirin upuzun talebesi olmaktan geçiyor. 



 

 

 

8 Temmuz 2021 Perşembe

Himmet Karataş / Zoo'm Ziyareti








Artık o eski kalabalık ziyaretçiler görünmez olmuştu. Bütün hayvanlar, özellikle hafta sonları çocukları merakla bekliyordu. Fakat o gün gelip çattığında küçük bir bezle yüzleri kapalı bakıcılardan başka kimse görünmüyordu.

Zebra dayanamadı. Aslana telefon açtı. Uzun uzun çalan telefona yorgun bir ses cevap verdi.

-Efendim Zebra, gene ne var? Spor yapmak istiyorsan çık koş, kovalamaca oynayacak halim yok. Son verdikleri et bayat ve yağlıymış. Karnım ağrıyor.

-Geçmiş olsun kralım.

-Ne kralı yahu? Tutsağız burada bilmiyor musun?

-Haklısınız ama garip sessizlik var kralım. Hiç gelen giden yok. Çok sıkıldık. Nerede bu insanlar, gelseler de biraz eğlensek.

Aslan da meraklandı. Tüm hayvanları öğleden sonra saat üçte "ZOO'M" üzerinden toplantıya çağırdı.

Gerçekten hayvanat bahçesinde bile insan görülmez olmuştu. “Dünyanın sonu mu geldi, insanlar nereye gitti?”  Bir merak sarmıştı herkesi. Hayvan bakıcıları da azalmış, on kişi düşmüştü üçe.

Toplantı saati gelip çattı. Aslan, ekrandaki görüntüsünü kontrol ederken yelelerini sıvazladı.

-Değerli dostlarım, mikrofonları kapatalım. Toplantı sonunda isteyene söz vereceğim. O zaman açarsınız. Küçük bir kükreme ile gırtlak kontrolü yaptıktan sonra konuşmasına devam etti.

-Biz aramızda iyiyiz de bir problem var. Kaç gündür insanlar gelmiyor. Çok tuhaf. Herkes bildiğini, gördüğünü anlatsın. Bir çözüm bulalım. Burası çok sıkıcı olmaya başladı.

-İnsanlar bize gelmiyorsa biz onlara gidelim, dedi lemur. Bayat bir fıstık kabuğuyla oynarken.

Bu öneri kabul edildi. Kim gitsin, kim kalsın derken "fikir sahibinin bir planı vardır" diyerek Lemur'a bu görev verildi.

Lemur, alçaktan sürünerek tel örgüden çıktı.  Ağaçlardan duvarlara, duvarlardan yollara derken şehre girdi. Her şey aklına geldi de şehrin

sessizliğinden korkacağını hiç düşünmemişti.

Boş kaldırımlarda açan gelincikleri görünce durup kaşındı, biraz da endişeliydi.

“Bu insanlar nereye gitti mübarek?” dedi, kendine.

Hemen kaldırımda açan gelinciklerin fotoğrafını çekerek "ZOO'M" grubuna gönderdi. Gruptaki arkadaşlarından şaşkın emojiler gelince, yoluna devam etti. Az ötede köşedeki fırının önünde birkaç insan vardı.

- Ekmek almaya çalışıyorlar, dedi. Fırınlar açık! Savaşta mıyız?

O köşe senin, bu köşe benim şehri gezdi Lemur. Gördüklerine pek anlam veremedi.

Sonunda eve iki ekmek götüren bir çocuğa rastlayınca, ona doğru koştu. Konuştu onunla ayaküstü oradan buradan.

-Neler oluyor, bizi ziyarete gelmez oldunuz?  

Çocuk üç cümle ile özetledi her şeyi. “Bir salgın hastalık varmış, adı korona. Herkes evlere kapandı. Ölüyoruz teker teker. Sadece bu şehir değil, tüm dünyada böyle!” deyince Lemur’un gözleri parladı.

 -Dur, dedi. Seni arkadaşlarıma göstereyim. Hemen bir selfi çekerek sosyal medya grubundan gönderdi.

-Toplanın millet! İnsanları evlerine kapatmışlar. Artık biz onları ziyarete gideceğiz!

1 Temmuz 2021 Perşembe

Bilge Kalaycı / Masanın Etrafındakiler



Literatürümüzde ne kadar çok masa var değil mi?

Nikah masası, yemek masası, kriz masası ( en çok da bunu merak ederim) beyaz masa, ana kumanda masası, yayın masası...

Masa modernliğin bir metaforu olmuş durumda.

"Masa da masaymış ha

Bana mısın demedi bu kadar yüke" demişti, Edip Cansever.

Edebiyat dergilerinde de bir masa etrafında yayın kurulu toplanır.  Masanın sert köşeleri vardır. Masaya yaklaşmak içün elinde çövgenle kırk gün yaya yol gitmek gerekir, neredeyse.

İşte, masaya yaklaşamayan bir okurumuz  Beyoğlu Merkep Bağırtan Sokak'tan bir mektup göndermiş bize. Bildiğiniz pullu zarf ile! Yırtarak açmaya kıyamadığımız zarftaki el yazısı mektubunda diyor ki, " Edebiyat dergileri, geleneğimizde bir nevi mektep vazifesi görür. Cemil Meriç üstadın dediği gibi 'dergiler hür tefekkürün kalesidir.' İyi güzel de ,bu kalenin girişi ne taraftadır? Şiirlerimi okuyup geri dönüş yapan yok!"

Kıymetli okurumuz haksız sayılmaz. Fakat Erzurum Aşkale'deki yakınları için istemiş olduğu 'Karpuz kestim yiyen yok' adlı türküyü yayınlayamıyoruz. Radyolara istek mektuplarıyla karıştırmış olabilir. Pullu zarfı anladık da, türkü isteği daha nostaljik olmuş.

Okurumuzun işaret ettiği mesele mühimdir bizim muhitte.

Yeni Türk Edebiyatında 'mektep' deyince ilk akla gelen Necip Fazıl Kısakürek'in 'Büyük Doğu', Sezai Karakoç'un 'Diriliş'i ve Nuri Pakdil'in 'Edebiyat' dergisidir. Daha sonra bu ekolden gelecek Mavera dergisinin yazarları çıraklık dönemlerini bu dergilerin atmosferinde geçirmişlerdir. Örnek, Mavera'da Cahit Zarifoğlu'nun "Okuyucularla" bölümü genç şair ve yazar kadrosunun doğmasına sebep olmuştur. Zarifoğlu, müşfik bir tavırla Mavera'nın arka sayfalarını "sofra bezi" gibi okuyucularına açtığı hikâye, şiir ve denemelere ayırmış ve herkesi samimi olarak "bu sofraya davet" etmiştir. Bugünün seçkin yazar ve şair nesli bu sofraya icabetin bir sonucudur. ' Mektep' dediğimiz 'edebiyat dergisi' tam da budur.

Gelelim günümüze...

Küresel  ısınma, sadece yağış bakımından kuraklık getirmedi.

Kuraklık her alanda kuşattı bizi. O 'sofra bezi' duvardaki paslı çivide asılı kaldı.

Öylesine soldu ki her şey, "kuru bir bilgisayar tıkırtısıyla açıyorlar" gelen mektupları.

Evet, günümüzde matbu edebiyat dergisi çıkarmak büyük bir cesaret ve fedakarlık istiyor. Bundan mıdır, nedir bilmiyoruz. Ama artık her derginin kadrolu şair ve yazarları var.

Sofra bezinin yerini masa almış.

Kimsecikler yanaşamıyor masa'ya.

"Masa da masaymış ha "

Yazdıkça yazıyorlar, ama artık nerdeyse aynı kelimelerle, aynı şeyleri tekrar ederek.

Tekrarı geçelim, kadrolu kalem erbapları aynı dergide yazan bir başkasının yazısını/şiirini okumuyor bile!

Kapakta adlar sıralanıyor. Yani masanın etrafındakiler...

  O kadar...

27 Haziran 2021 Pazar

Sermest Ayılmaz / Paylaşılamayan Pâye : Şairlik




      Şiir okurundan daha çok şiir yazan var ülkemizde. Ne gariptir ki okumadan şiir yazabilen ilginç şairlerimiz(!) var bizim. Yıllar önce bir derginin yayın kurulunda görevlendirildim. Dergide iki editör daha vardı. Şiir seçici yayın kurulu üyesi bendim. Derginin sahibi bir gün şiirlerini yayımlatmak isteyen bir genç hanımı bana gönderdi. Genç hanım, şiirlerini bir dosya halinde getirmiş. Dosyayı alıp içindekileri hızlı bir şekilde okudum. Dikkatimi çeken bir şiire rastlamadım. Daha doğrusu ortada bir şiir yoktu. “Yağmur yağdı ıslandık/  Ağaçlardan sular damlıyordu/ Tir tir titriyorduk/ Üşüdük …” gibi düz cümlelerden kurulu dörtlükler vardı. Şiir okuyor musunuz, diye sordum. “Ben hiç şiir okumam. Okuyacak kadar güzel şiir yok ki.” dedi. Sonra bana şiirlerini nasıl bulduğumu  sordu. Ben de “Kusura bakmayın ama bunlar şiir değil.” deyince üzüldü. Doğal olarak ben de üzüldüm. Derginin sahibi bir sonraki sayıda başka bir editörle anlaşarak kibarca bana teşekkür etti. Derginin benden sonraki sayılarını alıp okumaya devam ettim. İki sayı sonra o genç hanımın şiir diye yazdıklarından birinin  yayımlandığını gördüm. Demek ki onlar şiirmiş de ben görememişim.

          İstanbul’da her hafta cuma akşamları yaptığımız edebiyat sohbetlerine bir gün yeni bir arkadaş katılmıştı. Tanıştırılırken “Efendim ben Şair Murtaza G. Beş şiir kitabım var.” deyince  ben de “Şair Sermest Ayılmaz, hiç kitabım yok.” dedim. Bana “Çok şakacısınız, kitap olmadan şair mi olunur.” dedi. Sonra ona Mehmet Kaplan’ın Rabia Hatun Şiirleri tahlilinden bahsettim. “Sadece 41 kıtadan oluşan bu şiirleri tahlil eden  Mehmet Kaplan yazının sonunda ‘Ciltlerle şiir yazan, fakat bir tek güzel mısra söyleyemeyenlerin yanında İsmail Hâmi Danişmend, adı saygı ve sevgi ile anılacak, gerçek bir sanatkârdır.diyor.   Yani ciltler dolusu kitabınızın olması sizi şair yapmıyor. Şiir adına ortaya koyduğunuz ne var, ondan bahsedin bana. Kendinizi tanıtırken Şair Murtaza demeniz sizi şair yapmaz. Yoksa benim zatıalinizin şairliğinde gözüm yok.” diye ekledim.

          Yine o yıllarda -sanıyorum 2010 yılıydı-  edebiyat sohbetlerimize bir akşam tambur sanatçısı bestekâr Necip Gülses de teşrif etmişti. Kendisine  “Azizim siz büyük bir bestekâr olarak Türk müziğinin genç icracılarını nasıl buluyorsunuz?” diyecektim ki hemen müdahale etti. “Ben bestekâr olarak görmüyorum kendimi. Bu kadar ağır bir sıfata layık olduğumu düşünmüyorum. Bu, büyük üstatlara saygısızlık olur.” Necip Gülses’in bu sözlerinden orada hepimiz kendi payımıza düşen hisseyi almıştık. O akşamdan sonra edebiyat sohbetlerine katılan arkadaşlarımız -içlerinde çok güçlü şairler de vardı- şairlik sıfatını kullanmaktan imtina etti.

           Şiir sırrın dilidir, demiş Peyami Safa. Sırrın diline ulaşmak kolay değildir elbette. Şiire ulaşmak isteyen şiir yolcusu o sırra varmak için o yolları aşındıran ustaların talebesi olmayı öğrenmelidir. Önce o sırra varmak gerekiyor dili anlamak, öğrenmek için. Şiire ulaşmak ise girift bir bilmeceyi çözmek ya da kelimelerle büyülenmek demek biraz da. Yağmur yağarken aklına sadece şemsiye gelen bir kişiden bir şiiri hissetmesini beklemek fazla romantik bir yaklaşım olur. Şair kimdir, sorusuna dönecek olursak şair sırrın dilini bilendir diyebiliriz.  

          Şiir yazmak demek şair olmak demek değildir. Yani şiir yazan herkes şair değildir. Olamaz da. Bir kişi  güzel  bir şiir yazdı diye onu hemen şair olarak kabul etmek çok yanıltıcı olabilir. Akla tekrar aynı soru geliyor hâliyle: Şair kimdir? Şair; şiirle düşünen, hayata şiir gözüyle bakabilen kişidir. Kırmızı ve Siyah romanında giyotinle idama mahkûm edilen Jülien Sorel kaç şiir yazmıştı ki şair olsun. Fakat Jülien Sorel ölüme giderken Parisli kadınların bakışları arasında şunları düşünüyordu: “Bu baş, yaşamı boyunca hiçbir zaman ölüme gittiği şu anki kadar şiir dolu olmamıştı.” Şairlik biraz da şiir dolu olmak demektir.

         



Haziran/ 2021 İstanbul 

         

 

 

22 Haziran 2021 Salı

Nevzat Akyar / Şizofreni Şiirin Nesi Olur?



Maalesef öz değilse bile üvey kardeşi olsalar gerektir, şizofrenik durum ile şairin mısralarını döktürürken içinde bulunduğu ruh hali. Tıp ilmine göre ;" kişinin kendisi ile aşırı ilgilenme konusunda bir eğilime sahip olduğu ve kendi kendisini çok fazla dinlediği, fikirlerini başkalarına kabul ettirmeye çalıştığı durumlar" olarak tanımlanan psikolojik davranış hali, paranoid şizofreni olarak adlandırılır. Kişinin davranışları belirli sınırlar içinde kalırsa, çevresi tarafından "garip huyları olan bir kimse" gözüyle görülür*. Bu durumu pratikte şöyle tarif edebiliriz. Dünyanın merkezini kendisi sayma, her şeyin kendi etrafında ve kendine ayarlı şekilde planlandığını ya da planlanması gerektiğini sanma, olmayanı olmuş sayma, olmayacaktan ürkme veya sevinme hali, gökyüzüne bulutlar dolsa kendini ördek sürüsünün en önünde süvari zannetme, şehirde ramazan topu atılsa çevresini düşmanlarının sardığını sanma halidir şizofreni. Öyleyse başka tarife ne gerek var, bu aşırı hassas ruh hali erbabının en çok kendini gösterdiği sanat dalıdır şiir uğraşısı. Acizane tespitimdir ki, şiirle uğraşanın mutlaka bir çivisi çıkmıştır akıl hanesinde, iki çivisi çıkmışsa iyi bir şairdir ama ve lakin çıkan çivi sayısı üç veya daha fazla ise o kişi olsa olsa tehlikeli bir şizofrendir, ondan ne şiire ne sanata ne memleket hayrına bir şeyler ummak abesle iştigaldir.

            Şiirde olmazları olur kılar şair, sahildeki kum tepeciklerinden dağlar, kadın çoraplarından sapasağlam ağlar, küpelerden gemileri durduran çapalar yaratır.  Bir rüzgar esse limandaki bütün gemilerle birlikte yarin de dudakları titrer, ilk dördüne henüz girmiş olan sevgili gece güzelimiz ay, yarin maşukunu andıktan sonra kısa ve aciz bir amin kelimesi  ile kapanan dudaklarıdır. Dünyada hiçbir kimseyle anlaşamaması bir şair için olmazsa olmaz bir gerçek iken, o, her dem anlaşılmamaktan yakınır. Bir adım atsalar bin adımla koşacaktır ama bin adım atanın bin adımına da bir bahane bulan da yine şairin kendisidir bazen.

            Şair kısmı ne kadar zor ademler olsalar da bu dünyaya  lazımdırlar. En azından yaşanmayacak kadar bile olsa güzelliklere öykünür, barışı dillendirirler. Çiçeklerin ve dikenlerin birbiriyle yarışan güzelliklerini, bir vaha kadar çölün, demiryolu kadar köy patikalarının, dağlar kadar vadilerin de aynı derecede güzel olduklarını bir şairden başka kim anlatabilir ki, hem de inandırarak. Aslında bütün sanatçılarda biraz üst perdeden düşünmek, normali zorlamak hali vardır ve bu mutlak varlık lazımdır da. Çünkü sıradan olanı düşünmek, yapmak zaten hep yapılagelendir, onun insan zevkine hitap edecek yeri  yoktur. Sıra dışı olanı gözümüze kulağımıza sunabilmek bu yüzden önem arz etmektedir. Bu nedenle yeni ve güzel olmasını arzuladığımız bir eserde tadımlık kabilinden şizofrenik bir ruh hali elzemdir. Yoksa kalıcı şiir, büyük şair gibi terimler literatürümüzde olmazlardı. Savımızı biraz da örneklerle gösterelim isterseniz.

            Şairler sultanı Necip Fazıl üstadımız şöyle demişler. " kimsesiz odanda kış geceleri / için ürperdiği demler beni an / de ki o dur sarsan pencereleri / de ki rüzgar değil o dur haykıran"  Uzaktaki sevgilinin ki bunun da varlığı değil muhayyilesidir gerçek olan, ama hadi var olan sevgilinin diyelim, içi ürperdiği anlar şairi anması ve anmasının istenmesi normaldir amenna, amma ve fakat, ahşap çerçeve kenarından veya camdaki çatlaklardan giren rüzgarın pencereleri sarsması veya meteorolojik bir olay olan rüzgar uğultusunun şairin kendi gırtlağından çıktığını farz etmesi veya farz edilmesini beklemesi nasıl açıklanabilir. Elbette mükemmel bir dörtlük ama konu bu değil, konu, "büyük şair iddialı şiirinde bir tutam şizofrenik dokunuşta bulunur" iddiasının tespitidir.

 

            Nazım Hikmet'ten bir örnek vermek gerekirse herkesçe malum zevkli bir şiirinden iki mısra girelim. "ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında / ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında" . Şairin, hem de polisten kaçan bir aranan olduğunu burada anlamak ve şaire hak vermemek mümkün değil ama kendisini şehrin ortasında herkesçe bilinen bir parktaki ceviz ağacına benzetmesi nasıl izah edilebilir. Mesela şöyle açıklanabilir mi ? Şair hem görünüm hem ömür açısından heybetli bir ağaçtır, kökü derinlerde kolları yükseklerdedir, yani hem geleneği taşımakta hem modernizmi kabullenmektedir. Onun parktaki varlığı, meyvesinden gölgesine, çeyizlik kerestesinden uzun ömrüne her şeyi ile örnek ve gıpta edilesi bir haldir. Burada şairin kendisini tam da şizofrenik bir hal ile tariflemesinden başka nasıl bir yorum yapılabilir ! Bu arada şairin kendisini neden kavak ağacına ya da saklanması bir cevizden çok daha kolay olan bir böğürtlene değil de herkesin dikkatini çekecek bir ceviz ağacına benzetmesi ise ayrı mesele, ama kısaca açıklamak gerekirse şizofrenik hal, her zaman en iyisini, en büyüğünü hedefler. Ama güzel, hem de çok güzel bir şiir meydana getirmiş. Burada da görüyoruz ki büyük şair, büyük şiirine bir tutam şizofreni iksiri katmıştır. Her iki usta da mısralarında şizofreni iksirini en üst perdeden kullanmışlardır.

 

            Attila İlhan ustamız da madem ki iyi şairdir, onda da şizofrenik dalgalanmalar bulmak kolay olsa gerektir. " ne olurdu kim olduğunu bilsem Pia nın / ellerini bir tutsam, ölsem / böyle uzak uzak seslenmesem / ben bir şehre geldiğim  zaman o başka bir şehre gitmese / otelleri bomboş bulmasam / içlenip buzlu bir kadeh gibi buğulanı buğulanıp durmasam..." Ancak bir şair, kim olduğunu bilmediği birine aşık olabilir, hem öyle bir olur ki hiçbir fani bu aşkı hak edecek kadar mükemmel değildir. Çünkü onu mükemmel kılan, bu dünyaya ait olmaması, yani fani olmamasıdır, oysa dünyaya gelen her şey bu varoluş anından itibaren kirlenmeye başlamıştır ve kirlenen bir şey aşık olunmaya değen bir şey asla değildir. Şairin içindeki güzelliğe olan aşkıdır Pia, ama herkes koca şairi kıskanır, pia ya onun mısraları ile aşık olur, pia yı ondan almaya çalışır. Ama heyhat, bir tutam şizofreni iksiri ile meydana getirdiği pia, onun hayal hanesinden bir parıltıdır sadece. Önce kendi hayalinde oluşturup, sonra hiçbir arayışında bulamadığı, mutlaka hem de çok uzaklara gitmiş bir hayal perisidir o. Şair, kendi yarattığı bir simülasyonun peşinde, olmadığını bile bile maşukunu arar durur. Bu durum işte tam da bir şizofrenin yapacağı davranıştır. Ama şiir mükemmeldir, en mantık hastası, sanattan şiirden nasibi olmayanların bile içini cız ettirebilen bir şiirdir. Mükemmelliğini, içindeki şizofrenik iksirden almadığını söylemeye kim cesaret edebilir .

 

            Üstad İsmet Özel, belki de bu iksiri en çok kullanmış şairlerimizin başındadır. Ayrıca üstadın sadece şiirlerinde değil, poetik yazılarında da bu tadı bulmak mümkündür. Şiirinden bir kısım ile örneklememize devam edelim.

" ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında / her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura su verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde / kazandım nefretini fahişelerin / kanet ediyor bana bakireler de / sözlerim var köprüleri geçirmez / kimseyi ateşten korumaz kelimelerim / kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına / uçtum, uçuşum radarlarla izlendi / gayret ettim ve sövdüm / bu da geçti polis kayıtlarına"

            Şairin hayata not düşmesi, tespitte bulunması zaten olağandır. Bunu bir şairden başka kimse onun kadar kanırtarak zihinlere kazıyamaz. Ancak herhangi bir kişi, hayata dair her şeyin kendisi yaşarken olduğunu iddia etmesi, bir kişinin her şeyi görüp bildiğini, canlı şahidi olduğunu söylemesi tıp ilmine göre şizofrenik bir takıntıdır. Şair seçtiği yol ile birbirine zıt iki kutup olan fahişelerle bakirelerin ortak nefretini kazanmıştır, yahut kazandığı zannındadır. Kendisi yazı aleminde öyle yükseklerde kalem oynatmıştır ki, bütün bunlar izlenmiştir, artık bıkmıştır şair ve izleyenlere küfretmeyi seçmiş, bu küfür de kayıt altına alınmıştır. Şair şiirinde kendisini olabildiğince yükseltmiş, her şeye bizzat tanıklık etmiş, herkesin nefretini kazanmış, tek başına ve anlaşılmadan yaşamak zorunda kalmış, herkesi karşısına alıp yalnızlığı seçmiştir. Bu tespitler asla şairin gerçekliği ile değil yukarıdaki mısraların yazılma anındaki  haleti ruhiyesiyle ilgilidir. Şiirine şizofrenik iksiri olanca cömertliği ile boca etmiş,  bu cömertlik le ustalığını pekiştirmiş ve bir şairden her zaman beklenen "hayrette bırakma" kabiliyetini adeta zihnimize kazımıştır.

 

            "evlerinin içi kabartma bahar / köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar / halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar / siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar / köşelerde keklik gibi akıp duran saksılar "

            Sezai Karakoç'un şiirinden de kısa bir bölümü inceleyerek üstadımızın hakkını teslim edelim. Seven, sevdiğinin her haline razıdır, bu rıza hali, aşkın kendisidir. Şairin sevgisi o kadar yüce ve kutsaldır ki sevdiğinin evindeki her nesnede değişik güzellikler tarifler. Onda ve onunla ilgili hiçbir eşyada bir çirkinlik yoktur. Evlerinin içi bahar tadında, pırıl pırıl, çiçek çiçek bir nisan bahçesidir. Köşelerdeki saksılar kekliğe, sevdiğinin halıda gezen ayakları nakışa, yürüyüşü de nakış işleyen kibar ve mahir parmaklara benzemektedir. Öylesine kendinden geçmiştir, öylesine kaptırmıştır ki, bu sevgide bir hiç olmaya, sevdiğinin yanında olmak hayalinde ölmeye değer. Şair burada gerçeküstü bir boyutta, nesnelere gerçekte olamayacak anlamlar yüklemiş, bu olmazların oluru içinde ölüme rıza göstermek bir yana, bilakis bile isteye gitmek arzusundadır. Fakat hemen sonra bunca övülen ev, içi tepeden tırnağa gururla dolu, soğuk bir ev oluverir, o sıcaklık, o bahar havası kayboluverir. Ancak şairin aşkı o kadar büyüktür ki, bu gururu da aşkının büyüklüğü içinde eritmeye kararlıdır ve kendisinden emindir.

            "evlerinin içi gurur döşeli / benim aşkım binbir köşeli ah, binbir köşeli"

            Sadece bir şair, duygulanımlarında anlık iniş çıkışlar yaşayabilir ve her ikisine de inanır. Bir evde aynı anda, hem sıcacık bir bahar havası hem de soğuk ve mağrur bir kış havası teneffüs edebilir. Sonuç olarak bu hissedişin kalemine zerk ettiği şizofrenik iksir sayesinde nefis bir şiir üretmiş ve şiirseverleri bu şizofrenik dalgalanmaların büyüsünde bırakmıştır.

            Şiirlerinden kısa bölümlerini tahlil ettiğimiz bütün şairlerimiz , onlar yazana kadar herkesin elinin altında olan kelimelere, kimselerin kullanmadıkları anlamlar yüklemiş, bu yüklü kelimelerden adeta gökdelenler inşa etmişlerdir. Bu varoluşta şüphesiz, "avama garip gelen" bir iksirin tadına varmamak imkansızdır.

            Aslında yemekte baharat neyse şiirde de şizofreni odur. İmge dediğimiz şey nedir ? Herkesin dilinde bir imgelem meselesi sürüp gider. Kelimelere nasıl yeni anlamlar yüklemiş, okuyucuyu nereden alıp nereye bırakmış. Evet hepimizin derdi uğraşısı bu, sıradan olandan kaçmak, tekrardan  kurtulmak, az kelime ile çok şey anlat(ma)mak hissettirmek. Peki bu nasıl olacak ? Şair duygularını uçurmadan kelimeleri nasıl uçuracak hafızalarımıza. Onlara tat verebilmek için önce ruhunda yeni açılımlar yapmaması mümkün mü, yahut bu açılımları ve sıra dışılığı yaşamadan kelimelere nasıl can verecek ? Muhammed İkbal der ki "eğer şiirden maksat insan yapmak ise, şairlik peygamberliğin varisidir" (M.İkbal Sözlüğü) Peygamberlerde asla şizofrenik iksir yoktu, onların tebliğleri, insanın perdelenmiş aklının aydınlığa çıkartılmasıyla anlaşılacak şeylerdir. Şairler ise insanoğlunun sıradan düşünme kalıplarını kırarak, avama şizofreni gibi görülen saf gerçekliği onlara sunarlar ki burada amaç İkbal in dediği gibi "insan yapmak" olmalıdır. Bu sunuş eğer cümlenin hafsalasını kırıp dökecek seviyede ise iksirin dozu kaçmıştır. Onu ancak "anlaşılmaz şiir" yazmakla övünen ve  kelimelere cambazlık yaptırmaktan başka bir şeyle uğraşmayan bir gurup, şiir zannetmekte olup bu iksirin ne tadından ne dozundan bihaberdirler. Bu şiirden de "insan yapmak" akla ziyan bir fikirdir. Asıl olan ise şizofrenik iksiri tadında kullanarak zihnimizi aydınlatacak, aklımızı uçuracak, yeni güzelliklere ulaştıracak şairler ve onların yazdıkları şiirlerdir. Çünkü şiirden beklenen haz, herhalde ruhumuzun tatmini ve yeniden "insan yapmak" olmalıdır.

            Sonuç olarak şizofreninin, şiirin öz değilse bile en azından üvey kardeşi olduğunu sanırım anlamış durumda olduğumuzu umuyorum

            Sevgili editörüm, bana az şizofren bir şiir lütfen, fazlası akla zarar, yokluğu dile hamallık

* The Merck Manual / Teşhis Tedavi El Kitabı Sy:1102

 

20 Haziran 2021 Pazar

Ünzile Nur Öymez / Aya Veda

    

      
             
Siyah kıvır kıvır saçları vardı. Saçlarını kurutursa kabarırdı telleri, bukleleri yok olurdu. O yüzden kurutmazdı hiç saçlarını. Yanağıyla çenesi arasındaki gamzesi güldüğü zaman öyle derinleşirdi ki, insanlar hayatında böyle bir şey görmediği için tekrar tekrar inceleme ihtiyacı duyardı. İrice gözleri yukarı doğru çekimliydi. İnsanlara hep gülerken parlardı irisleri. Yalnız olduğunda ise ağlarken ışıldardı, tek çift, irice, siyah desen siyah değil, kahvenin koyucası gibi, ama hep bir ışıltı, hiç sönmez ışıltısı. Alt dudağı üst dudağına göre daha dolgundu, Tanrı vergisi bir yumuşak ve pembe bir çift dudak. Şarkı dinlemeyi sevmezdi ama kulaklıkları hep takılıydı. Şarkılar modunu değil modu şarkıları seçerdi. Bir şarkı açar, o şarkıyı duymayacak seviyeye gelene kadar dinlerdi. Önemli olan şarkı değil, şarkının onda hissettirdikleriydi. Kahve de çay da sevmezdi. Lakin ağız tiryakisiydi, sigara tüketmemek adına hep bir şeyler yudumlar veyahut yerdi. Tutkusu yoktu, tutkusu olmamasına alışmıştı, canı da sıkılmazdı kolay kolay. Gece olup da ay göründü mü, saatlerce ayı izlerdi. Yeniay varsa ya da bulutluysa gök küre, gözünü yine de yukarı dikerdi. Bakardı ancak görmezdi. Sadece gece düşünür, sadece gece ağlardı.

               Gün ayıp da insanlar uyandı mı, sıkıntı basardı ruhunu. Kalabalıklar üstüne üstüne gelip onu boğuyormuş gibi hissederdi. Sorumluluklarsa hoşuna giderdi. Hiç görevi olmayan işleri bile üstlenir, hep kafasını meşgul tutardı. Düşünmek; hele ki güneş tepedeyken ve insanlar tüm karanlık, çirkin hisleriyle çevresindeyken düşünmek hiç hoşuna gitmezdi. Zihnine, duygularına yapılmış bir saygısızlıktan başka bir şey değildi bu.

               Yine de alışmıştı yaşamaya. Herkese iyiydi, kendinden başka. Yumuşak huyları, müşkülpesent olmayan tavırları, karşısındaki konuşurken takındığı samimi gülümsemesi onu bu anlamlandıramadığı hayatta gayet iyi idare ediyordu. O güzel gözlerin, tarifsiz gülümsemenin, herkesin kalbini hızlandıran yanaklarının altında kendisini sevemeyen bir ruh vardı. Göreni mest eden güzelliğine yakışmayan bir durumdu bu şüphesiz. Zaten kimse de bilmezdi bu gerçeği.

               O güzel bir süs bebeği, bakarken mutlu eden ama kimsenin istemediği. Adeta vitrinde güzel duran ama hiç satın alınmayan bir eşya. Belki ulaşılmaz, belki hor görülen. Nefes alan ama hiç yaşamayan. Bu da onun gökyüzüne son vedası.

15 Haziran 2021 Salı

Ahmet Yılmazefe/ Belki






Belki

 

göğün altındayken biz

bir çocuk renkli harflerle yazdı düşlerini

bir de harita çizdi  gülümseyen                                                                                                                            

denizleri büyük denizleri temiz

 

yağmurlar insanı insandan arındırırken

karanlık sokaklar kaybolur

kapılar uzak bir kente açılır

belki Van belki Erzurum

düşlerin yanı başında uçurum

belki başka bir yol bulurum

bir yol 

adını çoktan unuttuğum

 

bir düş daha kırılırken  bir düş daha kurulmuştur

belki orada başka bir ihtimal daha vardır

saçlarını bir ırmağa uzatmaktadır siyah saçlı kadın

belki yeniden balçıkla aşk arasında bulurum kendimi

yeniden kalemle kağıt arasında 


Aralık 2020 /Antalya

13 Haziran 2021 Pazar

Hiç Kimseye Söylenmiştir / Nevzat Akyar

 









(I)

sen yaraların kabuklanmasını önleyici

kanatan tırnaklarınla, kalbimin

gevrek bir köşesini arıyorsun, boşuna

ufaladım bütün kırılgan yerlerimi

yanmış yakılmış ve un ufak zerreleriyle şiirlerimin

herkesten uzak

hiçkimseye yakın sözlerimle

aşktan da kederden de uzaktayım

 

yine de 

sana bir çay demler

ve temiz yaralarımı gösterebilirim istersen

kimselerin görmediği...

 

üç vakte kadar bak gökyüzüne

üçkardeşler hâlâ bana gülümsüyor...

 

(II)

sen kalbimin buzullarınıeritmeye sancılanan

ıslak dudaklarınla, kırmızı bir mum gibi

bir ateş hâlesi gibi yan doruklarımda

 

yan ki yanmak nafile

hohlasan apak avuçlarınla içinden geçenleri..

yumuşak bir yerlerimi arıyorsun, boşuna

dondurdum güzel sözlerimi tarifsiz işvene rağmen

dillerim lâl,

kelimelerim, kuru kalabalıklar gibi tozlu raflarda..


yine de

sana buzlu sular

ve tatlı gelecek rüyaları verebilirim istersen

 

bak ki dünya dönüyor,

senden sonra da benden sonra da

bak ki andızlı mezarlıklara

seven de sevilen de hep aynı göğün altında...



(III)

sen kan tutmasın diye hançerini sırtımda bırakan

korkak parmaklarınla / soğuk ve akrepsi

bir müebbet mahkumu gibi dolan şimdi

şehrin sokaklarında

karışsın ayakların birbirine..

 

oysa artık bütün gezmelerin boşuna..

gittiğin her yerde ben varım, beni görmesen de

 

hançerinin zehri var ellerinde, dokunduğun her şey ölüme yakın


utanç ve kederden bol nasip

ve dünyalıklar peşinde

bir korku abidesi gibi dur

durabilirsen artık bu şehirde..

 

yine de sana şifalı sular sunabilirim istersen

temiz ve yaşlı kadınların ellerinden..

yahut  göğsüne takmak için

acıyı azaltabilir belki, tılsımlı taşlar da

 

gel gör ki hayattayım buldum zehrinin şifasını

bak ki buluttan üç elma düşmüş

hayrettir değil mi üçü de bana..