27 Haziran 2021 Pazar

Sermest Ayılmaz / Paylaşılamayan Pâye : Şairlik




      Şiir okurundan daha çok şiir yazan var ülkemizde. Ne gariptir ki okumadan şiir yazabilen ilginç şairlerimiz(!) var bizim. Yıllar önce bir derginin yayın kurulunda görevlendirildim. Dergide iki editör daha vardı. Şiir seçici yayın kurulu üyesi bendim. Derginin sahibi bir gün şiirlerini yayımlatmak isteyen bir genç hanımı bana gönderdi. Genç hanım, şiirlerini bir dosya halinde getirmiş. Dosyayı alıp içindekileri hızlı bir şekilde okudum. Dikkatimi çeken bir şiire rastlamadım. Daha doğrusu ortada bir şiir yoktu. “Yağmur yağdı ıslandık/  Ağaçlardan sular damlıyordu/ Tir tir titriyorduk/ Üşüdük …” gibi düz cümlelerden kurulu dörtlükler vardı. Şiir okuyor musunuz, diye sordum. “Ben hiç şiir okumam. Okuyacak kadar güzel şiir yok ki.” dedi. Sonra bana şiirlerini nasıl bulduğumu  sordu. Ben de “Kusura bakmayın ama bunlar şiir değil.” deyince üzüldü. Doğal olarak ben de üzüldüm. Derginin sahibi bir sonraki sayıda başka bir editörle anlaşarak kibarca bana teşekkür etti. Derginin benden sonraki sayılarını alıp okumaya devam ettim. İki sayı sonra o genç hanımın şiir diye yazdıklarından birinin  yayımlandığını gördüm. Demek ki onlar şiirmiş de ben görememişim.

          İstanbul’da her hafta cuma akşamları yaptığımız edebiyat sohbetlerine bir gün yeni bir arkadaş katılmıştı. Tanıştırılırken “Efendim ben Şair Murtaza G. Beş şiir kitabım var.” deyince  ben de “Şair Sermest Ayılmaz, hiç kitabım yok.” dedim. Bana “Çok şakacısınız, kitap olmadan şair mi olunur.” dedi. Sonra ona Mehmet Kaplan’ın Rabia Hatun Şiirleri tahlilinden bahsettim. “Sadece 41 kıtadan oluşan bu şiirleri tahlil eden  Mehmet Kaplan yazının sonunda ‘Ciltlerle şiir yazan, fakat bir tek güzel mısra söyleyemeyenlerin yanında İsmail Hâmi Danişmend, adı saygı ve sevgi ile anılacak, gerçek bir sanatkârdır.diyor.   Yani ciltler dolusu kitabınızın olması sizi şair yapmıyor. Şiir adına ortaya koyduğunuz ne var, ondan bahsedin bana. Kendinizi tanıtırken Şair Murtaza demeniz sizi şair yapmaz. Yoksa benim zatıalinizin şairliğinde gözüm yok.” diye ekledim.

          Yine o yıllarda -sanıyorum 2010 yılıydı-  edebiyat sohbetlerimize bir akşam tambur sanatçısı bestekâr Necip Gülses de teşrif etmişti. Kendisine  “Azizim siz büyük bir bestekâr olarak Türk müziğinin genç icracılarını nasıl buluyorsunuz?” diyecektim ki hemen müdahale etti. “Ben bestekâr olarak görmüyorum kendimi. Bu kadar ağır bir sıfata layık olduğumu düşünmüyorum. Bu, büyük üstatlara saygısızlık olur.” Necip Gülses’in bu sözlerinden orada hepimiz kendi payımıza düşen hisseyi almıştık. O akşamdan sonra edebiyat sohbetlerine katılan arkadaşlarımız -içlerinde çok güçlü şairler de vardı- şairlik sıfatını kullanmaktan imtina etti.

           Şiir sırrın dilidir, demiş Peyami Safa. Sırrın diline ulaşmak kolay değildir elbette. Şiire ulaşmak isteyen şiir yolcusu o sırra varmak için o yolları aşındıran ustaların talebesi olmayı öğrenmelidir. Önce o sırra varmak gerekiyor dili anlamak, öğrenmek için. Şiire ulaşmak ise girift bir bilmeceyi çözmek ya da kelimelerle büyülenmek demek biraz da. Yağmur yağarken aklına sadece şemsiye gelen bir kişiden bir şiiri hissetmesini beklemek fazla romantik bir yaklaşım olur. Şair kimdir, sorusuna dönecek olursak şair sırrın dilini bilendir diyebiliriz.  

          Şiir yazmak demek şair olmak demek değildir. Yani şiir yazan herkes şair değildir. Olamaz da. Bir kişi  güzel  bir şiir yazdı diye onu hemen şair olarak kabul etmek çok yanıltıcı olabilir. Akla tekrar aynı soru geliyor hâliyle: Şair kimdir? Şair; şiirle düşünen, hayata şiir gözüyle bakabilen kişidir. Kırmızı ve Siyah romanında giyotinle idama mahkûm edilen Jülien Sorel kaç şiir yazmıştı ki şair olsun. Fakat Jülien Sorel ölüme giderken Parisli kadınların bakışları arasında şunları düşünüyordu: “Bu baş, yaşamı boyunca hiçbir zaman ölüme gittiği şu anki kadar şiir dolu olmamıştı.” Şairlik biraz da şiir dolu olmak demektir.

         



Haziran/ 2021 İstanbul 

         

 

 

22 Haziran 2021 Salı

Nevzat Akyar / Şizofreni Şiirin Nesi Olur?



Maalesef öz değilse bile üvey kardeşi olsalar gerektir, şizofrenik durum ile şairin mısralarını döktürürken içinde bulunduğu ruh hali. Tıp ilmine göre ;" kişinin kendisi ile aşırı ilgilenme konusunda bir eğilime sahip olduğu ve kendi kendisini çok fazla dinlediği, fikirlerini başkalarına kabul ettirmeye çalıştığı durumlar" olarak tanımlanan psikolojik davranış hali, paranoid şizofreni olarak adlandırılır. Kişinin davranışları belirli sınırlar içinde kalırsa, çevresi tarafından "garip huyları olan bir kimse" gözüyle görülür*. Bu durumu pratikte şöyle tarif edebiliriz. Dünyanın merkezini kendisi sayma, her şeyin kendi etrafında ve kendine ayarlı şekilde planlandığını ya da planlanması gerektiğini sanma, olmayanı olmuş sayma, olmayacaktan ürkme veya sevinme hali, gökyüzüne bulutlar dolsa kendini ördek sürüsünün en önünde süvari zannetme, şehirde ramazan topu atılsa çevresini düşmanlarının sardığını sanma halidir şizofreni. Öyleyse başka tarife ne gerek var, bu aşırı hassas ruh hali erbabının en çok kendini gösterdiği sanat dalıdır şiir uğraşısı. Acizane tespitimdir ki, şiirle uğraşanın mutlaka bir çivisi çıkmıştır akıl hanesinde, iki çivisi çıkmışsa iyi bir şairdir ama ve lakin çıkan çivi sayısı üç veya daha fazla ise o kişi olsa olsa tehlikeli bir şizofrendir, ondan ne şiire ne sanata ne memleket hayrına bir şeyler ummak abesle iştigaldir.

            Şiirde olmazları olur kılar şair, sahildeki kum tepeciklerinden dağlar, kadın çoraplarından sapasağlam ağlar, küpelerden gemileri durduran çapalar yaratır.  Bir rüzgar esse limandaki bütün gemilerle birlikte yarin de dudakları titrer, ilk dördüne henüz girmiş olan sevgili gece güzelimiz ay, yarin maşukunu andıktan sonra kısa ve aciz bir amin kelimesi  ile kapanan dudaklarıdır. Dünyada hiçbir kimseyle anlaşamaması bir şair için olmazsa olmaz bir gerçek iken, o, her dem anlaşılmamaktan yakınır. Bir adım atsalar bin adımla koşacaktır ama bin adım atanın bin adımına da bir bahane bulan da yine şairin kendisidir bazen.

            Şair kısmı ne kadar zor ademler olsalar da bu dünyaya  lazımdırlar. En azından yaşanmayacak kadar bile olsa güzelliklere öykünür, barışı dillendirirler. Çiçeklerin ve dikenlerin birbiriyle yarışan güzelliklerini, bir vaha kadar çölün, demiryolu kadar köy patikalarının, dağlar kadar vadilerin de aynı derecede güzel olduklarını bir şairden başka kim anlatabilir ki, hem de inandırarak. Aslında bütün sanatçılarda biraz üst perdeden düşünmek, normali zorlamak hali vardır ve bu mutlak varlık lazımdır da. Çünkü sıradan olanı düşünmek, yapmak zaten hep yapılagelendir, onun insan zevkine hitap edecek yeri  yoktur. Sıra dışı olanı gözümüze kulağımıza sunabilmek bu yüzden önem arz etmektedir. Bu nedenle yeni ve güzel olmasını arzuladığımız bir eserde tadımlık kabilinden şizofrenik bir ruh hali elzemdir. Yoksa kalıcı şiir, büyük şair gibi terimler literatürümüzde olmazlardı. Savımızı biraz da örneklerle gösterelim isterseniz.

            Şairler sultanı Necip Fazıl üstadımız şöyle demişler. " kimsesiz odanda kış geceleri / için ürperdiği demler beni an / de ki o dur sarsan pencereleri / de ki rüzgar değil o dur haykıran"  Uzaktaki sevgilinin ki bunun da varlığı değil muhayyilesidir gerçek olan, ama hadi var olan sevgilinin diyelim, içi ürperdiği anlar şairi anması ve anmasının istenmesi normaldir amenna, amma ve fakat, ahşap çerçeve kenarından veya camdaki çatlaklardan giren rüzgarın pencereleri sarsması veya meteorolojik bir olay olan rüzgar uğultusunun şairin kendi gırtlağından çıktığını farz etmesi veya farz edilmesini beklemesi nasıl açıklanabilir. Elbette mükemmel bir dörtlük ama konu bu değil, konu, "büyük şair iddialı şiirinde bir tutam şizofrenik dokunuşta bulunur" iddiasının tespitidir.

 

            Nazım Hikmet'ten bir örnek vermek gerekirse herkesçe malum zevkli bir şiirinden iki mısra girelim. "ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında / ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında" . Şairin, hem de polisten kaçan bir aranan olduğunu burada anlamak ve şaire hak vermemek mümkün değil ama kendisini şehrin ortasında herkesçe bilinen bir parktaki ceviz ağacına benzetmesi nasıl izah edilebilir. Mesela şöyle açıklanabilir mi ? Şair hem görünüm hem ömür açısından heybetli bir ağaçtır, kökü derinlerde kolları yükseklerdedir, yani hem geleneği taşımakta hem modernizmi kabullenmektedir. Onun parktaki varlığı, meyvesinden gölgesine, çeyizlik kerestesinden uzun ömrüne her şeyi ile örnek ve gıpta edilesi bir haldir. Burada şairin kendisini tam da şizofrenik bir hal ile tariflemesinden başka nasıl bir yorum yapılabilir ! Bu arada şairin kendisini neden kavak ağacına ya da saklanması bir cevizden çok daha kolay olan bir böğürtlene değil de herkesin dikkatini çekecek bir ceviz ağacına benzetmesi ise ayrı mesele, ama kısaca açıklamak gerekirse şizofrenik hal, her zaman en iyisini, en büyüğünü hedefler. Ama güzel, hem de çok güzel bir şiir meydana getirmiş. Burada da görüyoruz ki büyük şair, büyük şiirine bir tutam şizofreni iksiri katmıştır. Her iki usta da mısralarında şizofreni iksirini en üst perdeden kullanmışlardır.

 

            Attila İlhan ustamız da madem ki iyi şairdir, onda da şizofrenik dalgalanmalar bulmak kolay olsa gerektir. " ne olurdu kim olduğunu bilsem Pia nın / ellerini bir tutsam, ölsem / böyle uzak uzak seslenmesem / ben bir şehre geldiğim  zaman o başka bir şehre gitmese / otelleri bomboş bulmasam / içlenip buzlu bir kadeh gibi buğulanı buğulanıp durmasam..." Ancak bir şair, kim olduğunu bilmediği birine aşık olabilir, hem öyle bir olur ki hiçbir fani bu aşkı hak edecek kadar mükemmel değildir. Çünkü onu mükemmel kılan, bu dünyaya ait olmaması, yani fani olmamasıdır, oysa dünyaya gelen her şey bu varoluş anından itibaren kirlenmeye başlamıştır ve kirlenen bir şey aşık olunmaya değen bir şey asla değildir. Şairin içindeki güzelliğe olan aşkıdır Pia, ama herkes koca şairi kıskanır, pia ya onun mısraları ile aşık olur, pia yı ondan almaya çalışır. Ama heyhat, bir tutam şizofreni iksiri ile meydana getirdiği pia, onun hayal hanesinden bir parıltıdır sadece. Önce kendi hayalinde oluşturup, sonra hiçbir arayışında bulamadığı, mutlaka hem de çok uzaklara gitmiş bir hayal perisidir o. Şair, kendi yarattığı bir simülasyonun peşinde, olmadığını bile bile maşukunu arar durur. Bu durum işte tam da bir şizofrenin yapacağı davranıştır. Ama şiir mükemmeldir, en mantık hastası, sanattan şiirden nasibi olmayanların bile içini cız ettirebilen bir şiirdir. Mükemmelliğini, içindeki şizofrenik iksirden almadığını söylemeye kim cesaret edebilir .

 

            Üstad İsmet Özel, belki de bu iksiri en çok kullanmış şairlerimizin başındadır. Ayrıca üstadın sadece şiirlerinde değil, poetik yazılarında da bu tadı bulmak mümkündür. Şiirinden bir kısım ile örneklememize devam edelim.

" ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında / her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura su verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde / kazandım nefretini fahişelerin / kanet ediyor bana bakireler de / sözlerim var köprüleri geçirmez / kimseyi ateşten korumaz kelimelerim / kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına / uçtum, uçuşum radarlarla izlendi / gayret ettim ve sövdüm / bu da geçti polis kayıtlarına"

            Şairin hayata not düşmesi, tespitte bulunması zaten olağandır. Bunu bir şairden başka kimse onun kadar kanırtarak zihinlere kazıyamaz. Ancak herhangi bir kişi, hayata dair her şeyin kendisi yaşarken olduğunu iddia etmesi, bir kişinin her şeyi görüp bildiğini, canlı şahidi olduğunu söylemesi tıp ilmine göre şizofrenik bir takıntıdır. Şair seçtiği yol ile birbirine zıt iki kutup olan fahişelerle bakirelerin ortak nefretini kazanmıştır, yahut kazandığı zannındadır. Kendisi yazı aleminde öyle yükseklerde kalem oynatmıştır ki, bütün bunlar izlenmiştir, artık bıkmıştır şair ve izleyenlere küfretmeyi seçmiş, bu küfür de kayıt altına alınmıştır. Şair şiirinde kendisini olabildiğince yükseltmiş, her şeye bizzat tanıklık etmiş, herkesin nefretini kazanmış, tek başına ve anlaşılmadan yaşamak zorunda kalmış, herkesi karşısına alıp yalnızlığı seçmiştir. Bu tespitler asla şairin gerçekliği ile değil yukarıdaki mısraların yazılma anındaki  haleti ruhiyesiyle ilgilidir. Şiirine şizofrenik iksiri olanca cömertliği ile boca etmiş,  bu cömertlik le ustalığını pekiştirmiş ve bir şairden her zaman beklenen "hayrette bırakma" kabiliyetini adeta zihnimize kazımıştır.

 

            "evlerinin içi kabartma bahar / köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar / halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar / siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar / köşelerde keklik gibi akıp duran saksılar "

            Sezai Karakoç'un şiirinden de kısa bir bölümü inceleyerek üstadımızın hakkını teslim edelim. Seven, sevdiğinin her haline razıdır, bu rıza hali, aşkın kendisidir. Şairin sevgisi o kadar yüce ve kutsaldır ki sevdiğinin evindeki her nesnede değişik güzellikler tarifler. Onda ve onunla ilgili hiçbir eşyada bir çirkinlik yoktur. Evlerinin içi bahar tadında, pırıl pırıl, çiçek çiçek bir nisan bahçesidir. Köşelerdeki saksılar kekliğe, sevdiğinin halıda gezen ayakları nakışa, yürüyüşü de nakış işleyen kibar ve mahir parmaklara benzemektedir. Öylesine kendinden geçmiştir, öylesine kaptırmıştır ki, bu sevgide bir hiç olmaya, sevdiğinin yanında olmak hayalinde ölmeye değer. Şair burada gerçeküstü bir boyutta, nesnelere gerçekte olamayacak anlamlar yüklemiş, bu olmazların oluru içinde ölüme rıza göstermek bir yana, bilakis bile isteye gitmek arzusundadır. Fakat hemen sonra bunca övülen ev, içi tepeden tırnağa gururla dolu, soğuk bir ev oluverir, o sıcaklık, o bahar havası kayboluverir. Ancak şairin aşkı o kadar büyüktür ki, bu gururu da aşkının büyüklüğü içinde eritmeye kararlıdır ve kendisinden emindir.

            "evlerinin içi gurur döşeli / benim aşkım binbir köşeli ah, binbir köşeli"

            Sadece bir şair, duygulanımlarında anlık iniş çıkışlar yaşayabilir ve her ikisine de inanır. Bir evde aynı anda, hem sıcacık bir bahar havası hem de soğuk ve mağrur bir kış havası teneffüs edebilir. Sonuç olarak bu hissedişin kalemine zerk ettiği şizofrenik iksir sayesinde nefis bir şiir üretmiş ve şiirseverleri bu şizofrenik dalgalanmaların büyüsünde bırakmıştır.

            Şiirlerinden kısa bölümlerini tahlil ettiğimiz bütün şairlerimiz , onlar yazana kadar herkesin elinin altında olan kelimelere, kimselerin kullanmadıkları anlamlar yüklemiş, bu yüklü kelimelerden adeta gökdelenler inşa etmişlerdir. Bu varoluşta şüphesiz, "avama garip gelen" bir iksirin tadına varmamak imkansızdır.

            Aslında yemekte baharat neyse şiirde de şizofreni odur. İmge dediğimiz şey nedir ? Herkesin dilinde bir imgelem meselesi sürüp gider. Kelimelere nasıl yeni anlamlar yüklemiş, okuyucuyu nereden alıp nereye bırakmış. Evet hepimizin derdi uğraşısı bu, sıradan olandan kaçmak, tekrardan  kurtulmak, az kelime ile çok şey anlat(ma)mak hissettirmek. Peki bu nasıl olacak ? Şair duygularını uçurmadan kelimeleri nasıl uçuracak hafızalarımıza. Onlara tat verebilmek için önce ruhunda yeni açılımlar yapmaması mümkün mü, yahut bu açılımları ve sıra dışılığı yaşamadan kelimelere nasıl can verecek ? Muhammed İkbal der ki "eğer şiirden maksat insan yapmak ise, şairlik peygamberliğin varisidir" (M.İkbal Sözlüğü) Peygamberlerde asla şizofrenik iksir yoktu, onların tebliğleri, insanın perdelenmiş aklının aydınlığa çıkartılmasıyla anlaşılacak şeylerdir. Şairler ise insanoğlunun sıradan düşünme kalıplarını kırarak, avama şizofreni gibi görülen saf gerçekliği onlara sunarlar ki burada amaç İkbal in dediği gibi "insan yapmak" olmalıdır. Bu sunuş eğer cümlenin hafsalasını kırıp dökecek seviyede ise iksirin dozu kaçmıştır. Onu ancak "anlaşılmaz şiir" yazmakla övünen ve  kelimelere cambazlık yaptırmaktan başka bir şeyle uğraşmayan bir gurup, şiir zannetmekte olup bu iksirin ne tadından ne dozundan bihaberdirler. Bu şiirden de "insan yapmak" akla ziyan bir fikirdir. Asıl olan ise şizofrenik iksiri tadında kullanarak zihnimizi aydınlatacak, aklımızı uçuracak, yeni güzelliklere ulaştıracak şairler ve onların yazdıkları şiirlerdir. Çünkü şiirden beklenen haz, herhalde ruhumuzun tatmini ve yeniden "insan yapmak" olmalıdır.

            Sonuç olarak şizofreninin, şiirin öz değilse bile en azından üvey kardeşi olduğunu sanırım anlamış durumda olduğumuzu umuyorum

            Sevgili editörüm, bana az şizofren bir şiir lütfen, fazlası akla zarar, yokluğu dile hamallık

* The Merck Manual / Teşhis Tedavi El Kitabı Sy:1102

 

20 Haziran 2021 Pazar

Ünzile Nur Öymez / Aya Veda

    

      
             
Siyah kıvır kıvır saçları vardı. Saçlarını kurutursa kabarırdı telleri, bukleleri yok olurdu. O yüzden kurutmazdı hiç saçlarını. Yanağıyla çenesi arasındaki gamzesi güldüğü zaman öyle derinleşirdi ki, insanlar hayatında böyle bir şey görmediği için tekrar tekrar inceleme ihtiyacı duyardı. İrice gözleri yukarı doğru çekimliydi. İnsanlara hep gülerken parlardı irisleri. Yalnız olduğunda ise ağlarken ışıldardı, tek çift, irice, siyah desen siyah değil, kahvenin koyucası gibi, ama hep bir ışıltı, hiç sönmez ışıltısı. Alt dudağı üst dudağına göre daha dolgundu, Tanrı vergisi bir yumuşak ve pembe bir çift dudak. Şarkı dinlemeyi sevmezdi ama kulaklıkları hep takılıydı. Şarkılar modunu değil modu şarkıları seçerdi. Bir şarkı açar, o şarkıyı duymayacak seviyeye gelene kadar dinlerdi. Önemli olan şarkı değil, şarkının onda hissettirdikleriydi. Kahve de çay da sevmezdi. Lakin ağız tiryakisiydi, sigara tüketmemek adına hep bir şeyler yudumlar veyahut yerdi. Tutkusu yoktu, tutkusu olmamasına alışmıştı, canı da sıkılmazdı kolay kolay. Gece olup da ay göründü mü, saatlerce ayı izlerdi. Yeniay varsa ya da bulutluysa gök küre, gözünü yine de yukarı dikerdi. Bakardı ancak görmezdi. Sadece gece düşünür, sadece gece ağlardı.

               Gün ayıp da insanlar uyandı mı, sıkıntı basardı ruhunu. Kalabalıklar üstüne üstüne gelip onu boğuyormuş gibi hissederdi. Sorumluluklarsa hoşuna giderdi. Hiç görevi olmayan işleri bile üstlenir, hep kafasını meşgul tutardı. Düşünmek; hele ki güneş tepedeyken ve insanlar tüm karanlık, çirkin hisleriyle çevresindeyken düşünmek hiç hoşuna gitmezdi. Zihnine, duygularına yapılmış bir saygısızlıktan başka bir şey değildi bu.

               Yine de alışmıştı yaşamaya. Herkese iyiydi, kendinden başka. Yumuşak huyları, müşkülpesent olmayan tavırları, karşısındaki konuşurken takındığı samimi gülümsemesi onu bu anlamlandıramadığı hayatta gayet iyi idare ediyordu. O güzel gözlerin, tarifsiz gülümsemenin, herkesin kalbini hızlandıran yanaklarının altında kendisini sevemeyen bir ruh vardı. Göreni mest eden güzelliğine yakışmayan bir durumdu bu şüphesiz. Zaten kimse de bilmezdi bu gerçeği.

               O güzel bir süs bebeği, bakarken mutlu eden ama kimsenin istemediği. Adeta vitrinde güzel duran ama hiç satın alınmayan bir eşya. Belki ulaşılmaz, belki hor görülen. Nefes alan ama hiç yaşamayan. Bu da onun gökyüzüne son vedası.

15 Haziran 2021 Salı

Ahmet Yılmazefe/ Belki






Belki

 

göğün altındayken biz

bir çocuk renkli harflerle yazdı düşlerini

bir de harita çizdi  gülümseyen                                                                                                                            

denizleri büyük denizleri temiz

 

yağmurlar insanı insandan arındırırken

karanlık sokaklar kaybolur

kapılar uzak bir kente açılır

belki Van belki Erzurum

düşlerin yanı başında uçurum

belki başka bir yol bulurum

bir yol 

adını çoktan unuttuğum

 

bir düş daha kırılırken  bir düş daha kurulmuştur

belki orada başka bir ihtimal daha vardır

saçlarını bir ırmağa uzatmaktadır siyah saçlı kadın

belki yeniden balçıkla aşk arasında bulurum kendimi

yeniden kalemle kağıt arasında 


Aralık 2020 /Antalya

13 Haziran 2021 Pazar

Hiç Kimseye Söylenmiştir / Nevzat Akyar

 









(I)

sen yaraların kabuklanmasını önleyici

kanatan tırnaklarınla, kalbimin

gevrek bir köşesini arıyorsun, boşuna

ufaladım bütün kırılgan yerlerimi

yanmış yakılmış ve un ufak zerreleriyle şiirlerimin

herkesten uzak

hiçkimseye yakın sözlerimle

aşktan da kederden de uzaktayım

 

yine de 

sana bir çay demler

ve temiz yaralarımı gösterebilirim istersen

kimselerin görmediği...

 

üç vakte kadar bak gökyüzüne

üçkardeşler hâlâ bana gülümsüyor...

 

(II)

sen kalbimin buzullarınıeritmeye sancılanan

ıslak dudaklarınla, kırmızı bir mum gibi

bir ateş hâlesi gibi yan doruklarımda

 

yan ki yanmak nafile

hohlasan apak avuçlarınla içinden geçenleri..

yumuşak bir yerlerimi arıyorsun, boşuna

dondurdum güzel sözlerimi tarifsiz işvene rağmen

dillerim lâl,

kelimelerim, kuru kalabalıklar gibi tozlu raflarda..


yine de

sana buzlu sular

ve tatlı gelecek rüyaları verebilirim istersen

 

bak ki dünya dönüyor,

senden sonra da benden sonra da

bak ki andızlı mezarlıklara

seven de sevilen de hep aynı göğün altında...



(III)

sen kan tutmasın diye hançerini sırtımda bırakan

korkak parmaklarınla / soğuk ve akrepsi

bir müebbet mahkumu gibi dolan şimdi

şehrin sokaklarında

karışsın ayakların birbirine..

 

oysa artık bütün gezmelerin boşuna..

gittiğin her yerde ben varım, beni görmesen de

 

hançerinin zehri var ellerinde, dokunduğun her şey ölüme yakın


utanç ve kederden bol nasip

ve dünyalıklar peşinde

bir korku abidesi gibi dur

durabilirsen artık bu şehirde..

 

yine de sana şifalı sular sunabilirim istersen

temiz ve yaşlı kadınların ellerinden..

yahut  göğsüne takmak için

acıyı azaltabilir belki, tılsımlı taşlar da

 

gel gör ki hayattayım buldum zehrinin şifasını

bak ki buluttan üç elma düşmüş

hayrettir değil mi üçü de bana..

8 Haziran 2021 Salı

Himmet Karataş / Vuslat Gülleri

 


Yağmur yağıyor.
Yeryüzünün gökyüzüne teslim olduğu bu anları ne çok severim.


Önce o kavuşmanın tarifsiz kokusu tüm ruhumu kaplıyor… Yaz günlerinde kavrulan toprağın yağmura kavuşmasının kokusu bu! O halde en güzel gül vuslat gülüdür. Yağmur kokar dört mevsim!

Vuslat gülünü ceketimin cebine saklayıp bir yolculuğa çıkıyorum.
Şehri böyle yaralı bırakmam doğru değil, biliyorum. Fakat öylesine bir çağrı ki bendeki… Uçurumların bile kayıtsız kalamayacağı bu davete yağmurdan giysilerimle koşuyorum. İniyorum yokuşlarını hayatın. Hayır, çıkmayacağım! Yokuşlar çıkmak için değil, bir albatros misali süzülerek uçmak içindir ufuklar ötesine…

Yalnızca ve daima yağmurla işitilen bir müziğin ritminde ufukların arkadaşı oluyor gözlerim…
Gözlerim, göklerden önce ağlıyor yerin yalnızlığına…
Yağmurla can buluyor yalnızlıklar.
Yalnızlık toprağın kaderi. -Bunu güz güllerinden öğrendim.-

Gözlerimi yağmurla arkadaş ederek kendi coğrafyamın kırılgan fay hatlarında yeni yaralar açıyorum.

Kapanmayan yaralar… Kölelerin karamsar kulelerinde!

Ha bire geceden kuleler örüyor köleler. Oysa her yağmurdan sonra yıkılır karanlıklar ve güneş ebemkuşağıyla oynayan bir çocuktur.
İşte o çocuk her gün mesaisine geç kalır. Mesai saatlerine sığmayan bir şeydir zamanı anlamak.

Yağmur yağıyor.
Bütün kelebekler, göğsümde toplanın!

7 Haziran 2021 Pazartesi

Bilge Kalaycı /Kya Tzu İle Şiir Âlemine Yolculuk -II


 





(Önceki yazımızın devamıdır)


Efendim bir de şiiriniz neşredilmiş. Yine  'Danaburnu' dergisinde rast geldik. / Biliyorsunuz Ünlü Düşünür Lao Tzu'nun 33.kuşak soyundan Kya Tzu üstadımla internet aleminde yolculuk yapıyoruz. Kya Tzu hakikaten kaya tuzu kadar değerli bir bilge.. Onunla edebiyat eserlerine çok boyutlu bakmaya çabalıyoruz./ 

Danaburnu dergisinin siftah sayısındaki Şiiriniz (!) şöyle:

OKUYAN US'TAN AĞITLAR

"Lanetli lahitlere yazdım lahikamı.

Saframda seğriyen sararmış intihar,

 Beynimde buğulanan rüzgarsa muradın;

Ağzı kusmuk dolu lanetli dalga kıran

Yutkundu sabaha kadar okuyan usumda.

…..”

Yok, hayır! Devam edemedik.^

Tıkandık.

And içip ayna kırdık.

Ama sökmedi hoyrat kuralları ikinci el’e öykünmenin!

Üstâd İsmet Özel'in dediği gibi

" Gırtlağımda bir harf büyüyor

Gırtlağımızda!"


Kardeşim bulantın varsa git istifra et! Ya da şiirci görünmekten istifa et.

Millete Çin işkencesi yapma. Sen sen ol; lanete ve lahite tapma!

Mısralar arasında şiirden sapma. Mısrayı imgeye satma.

 

Sonra iyice merak sardı, şöyle bir tarih-i hayatınızı ( CV diyorsunuz ya ) araştıralım dedik. (CV: Curriculum Vitae!) Bizim Latinceyle, işimiz olmaz.

Olsa olsa "Vita brevis, ars longa!" deriz.

Çünkü sanat sonsuz, hayat kısadır. Saygı duyarız.

 Ne kadar çok dergide adınız çıkmış !  Maşallah “6.45 vapuru” her kalktığında bir şiir yazmışsınız. Kaleminize, dimağınıza kuvvet!  Bunları da sıcak ramazan pidesi gibi hemen dergilerde neşretmişsiniz. Şiirlerinizin yayımlandığı dergilerden bazıları : Sığırkuyruğu, Danaburnu, Tarlakuşu, Leylek, Kunduz, Troleybüs, Vatman, Saksağan, Semer, İbibik, FosLeğen,  Boyunduruk vb. saymaktan yorulduk.. Mazallah meziyetiniz dergilerin boyunu aşmış. Ecnebi memleketlerde yaşayan soydaşlarımızın edebiyat dergilerine, radyo ve televizyonlarına bile sirayet etmiş.

Sonra kanaat getirdik ki; en az bin yıl dünyaya geç gelmişsiniz. Dur bir hele! Hemen "Haydar Haydar" deme!  Hakiki manada eserleriniz taş lahitlere ve ceylan derisi sahifeler (rak) üzerine yazılmalıymış..

Madem yok bir ceylan derimiz, on dergide birden yazmaktır yerimiz!

Böylece nihayet buldu bu günkü yazımız.

*Haftaya, “Okunmayan Dergiler Derneği”ni irdeleyeceğiz. Bileşik Kaplar Yasasından “arz - talep” dengesine, oradan “bırakınız yazsınlar ,bırakınız çıkarsınlar” a.. .( Böyle değildi bu biliyoruz! "​ laissez-faire, laissez-passer" di. ) .Uzun bir yelpazede, edebiyat ile ak akçeler deryasına dalacak gibiyiz. Ne oldu, meraklandınız birden? “Okunmayan Dergiler Derneği” ilginç değil mi? Evet, böyle bir dernekten mektup var. Hem de ucu yanık!

3 Haziran 2021 Perşembe

Bilge Kalaycı / Kya Tzu İle Şiir Alemine Yolculuk

 



Kıymetli Nâşir,

Üstâdım Kya Tzu ile internet âleminde "sörf" (temâşâ) eder iken

 "Danaburnu Edebiyat ve İliştiri Dergisi "

adlı web sahifenizde konakladık. Kya Tzu da kim diyebilirsiniz. Kendileri ünlü Savaş Sanatı yazarı ve kuramcısı Sun Tzu ve Meşhur (kebapçı değil tabi ) bilge, düşünür, feylozof ne derseniz olur. Lao Tzu ' nun 33. göbek soyundan geliyor. Soy dedim de zat-ı muhteremleri akşamları Joaquín Rodrigo'nun  Soylu Bir Bay İçin Fantasia”  (Fantasía para un gentilhombre) adlı eserini tefekkürle dinler. Hiç aksatmaz bunu! Bir cebinde 'Savaş Sanatı' bir cebinde 'Leyla vü Mecnun' vardır. Dilinde Hafız'dan mısralar. Dudaklarında Merâgi'den nağmeler... Rodrigo ile Merâgi için çelişki deme, çelişki insan demektir. Yani üstadım Kya Tzu bir garip adam. Garip dedim de "Orhan Veli " deyince aklına sadece ciğercinin kedisi geliyor, bu da garip! Piyasa vakti kısıtlama olmaz ise onu Ciğerci Emin Ustaya götüreceğim. Şayet muhallebi çekmezse canı!

İmdi, sadede gelelim. Temâşâ sırasında “ Hayali Ali Efendi Şiyir Müsabakası”na takıldık. Öncelikle düzelteyim: "Şiyir " değil, şiir olacak, 

İşte malumun ilâmı:

Hayali Ali Efendi Şiyir Müsabakası

Şartname:

a)  Şiyir yazıyorum diyen herkes katılabilir.

b)  Bir ferd bir şiyirle temsil edilir.

c)  Müsabakanın muhtevası serbest olup, arzu eden âruz ile de yazabilir.

d) Birinci seçilene mükafat olarak şiyirin her mısraı bir sahifeye yazılarak kitaplaştırılacakdır. Bu, dünyada ilk olacak bir iddiadır. Guiness için noter huzurunda baskı yapılacakdır.

e) Müsabakaya son katılım tarihi 27 Mayıs 2021’dir.

* Hamiş:  Müsabakaya katılan şiyirler okunmayacak olup, birincisi bellidir. Gökte yıldız ellidir.

 **

Azizim, şunca yıllık şiir okuyucusu olarak ilk defa böyle bir yarışma görüyoruz. Şaşkınlığımızı bağışlayın lütfen. Hadi hepsini anladık da Hamiş: "Müsabakaya katılan şiyirler okunmayacak olup, birincisi bellidir. Gökte yıldız ellidir." ne demek? Yarışmaya gönderilen şiirler okunmayacaksa yarışma olur mu? Birincisi nasıl belli?  Siz bilimle- sanatla, okurla; yani alayımızla  alay mı ediyorsunuz? Ayıp oluyor ama, bunun adı düpedüz şike!

Devamı haftaya...

2 Haziran 2021 Çarşamba

EZGİ DAMAR / Son

 









SON

Renkli boncuklardan inşa edilmiş bir hayattı istediğim,

Kalplerin böyle çabuk hurdaya çıkmadığı,

Sevgilerin sönük sözcüklerin ucuz olmadığı bir dünya.

Rengârenk balonlarla gökte gezerken bombalanmadığım,

Aşkımın ayaklarıma dolanıp beni düşürmediği bir düş.

Dilek fenerim yanmıştı bir kere,

Belki de o zaman anlamalıydım umudun soyunun tükendiğini.

Oysa hâlâ hayali bir arkadaş gibi dolaşır kalbimde.

Öğrendim,

Büyümek cam kırıkları yemeyi bırakmak değil

Gönlünü dondurucuya kaldırmakmış.

En sevdiğin insan vururmuş hançeri sırtından

Ruhunu güvenip de adadığın insan,

Kanatlanıp meleğe döndü derken  Azrail'in olurmuş.

Küçükken defalarca düşerek yürümeyi öğrenen insan,

Büyüyünce kalkmıyor, sürünüyormuş.

Kalbimi imara açtım yeni mezarlıklar için

Artık anladım mağaranın sonunda bir ışık aramak yerine

Karanlığa gömmeyi kafamı,

Yalnızlığımla azalmayı,

Ve yolun sonunda

Yok olmayı.