ÇAKILTAŞI EDEBİYAT
Hiç, yok'tan iyidir
18 Nisan 2025 Cuma
Sermest Ayılmaz / Ahmet Yılmazefe'nin "Sokak Arkası " Şiiri Üzerine
22 Eylül 2024 Pazar
Sermest Ayılmaz / Belki Şiiri Üzerine
2 Temmuz 2022 Cumartesi
Self Servis Sevgiler / Bilge Kalaycı
Acı çekmek aşk'a iliştirilmiş
bir 'ek' midir?
Kim ek'inde acıyı taşıyan aşkı
yaşamak ister ki?..
İşte bu yüzden hep tereddütle
bakılır âşıklara.
“Neler saçmalıyor, ah ne yazık;
acı çekeceğini bilmiyor garibim” gibisinden uzaktan bakılır hâl-i pür melâline…
Benim anlamadığım yeryüzünde bu
kadar farklı yaşayan, farklı düşünen insan varken -evet aşk insanlığın ilk
ortak değeridir- konu aşka gelince bu farklılıkların silinip atılması ve aşkın
evrenselleştirilmesidir. Bir kişinin yaşadıkları tümünü kapsar konu
aşksa….(Oysa aşk evrensel bir değer olmasına rağmen yaşantısı kişiseldir.) Hoş
bakışmalar, gülüşerek söze başlamalar, gül alıp vermeler, şiirler, aşk
mektupları, gecenin gündüzün karışması, aklı havada dolaşıp durmalar falan… Ve
sonra –buna iki yıl diyenler de var- gelsin soslu acı… Neden? Aşk bitti de
ondan. Sıra ekli dosyayı yaşamaya geldi. Final acılı son…
Aşk bence yoğun ve
özelleştirilmiş bir sevgidir… En başta özgürdür. Kişinin kendi tekelinden
bağımsızlaşma mücadelesinin bir sonucudur aşk… Kimsenin sahiplenebileceği bir
meta değildir.
Sevmek, (E.Fromm’u da
hatırlayalım) ‘bireyin taşıdığı değerin en üst noktasıdır’. Kendinde olanı
verir seven. Ve gerçek sevgi karşılık beklemeyendir. Yoksa birinin sevgisine
ihtiyacımız var da onu bizi sevmeye davet ediyorsak; sevgi açlığımız var
demektir.
Aç olanın önüne bir tabak yemek
koyarsınız olur biter. Ama sevgi açlığı çeken kişi doymak bilmez. Tüketir
karşısındakini… Ve o da çeker gider bir gün.(Aslında çekip gitmez tükendiği
için değişmiştir- ÇÜNKÜ AYRILIK, UZAKLARA GİTMEK DEĞİL; İÇİNİ DÖKMEKTEN
VAZGEÇMEKTİR.-) İşte asıl yanıldığımız ya da yazarların yanıldığı nokta
burasıdır. Birey, sevgisine karşılık bekliyorsa narsist bir tutum içindedir ve
acı çekmeye mahkumdur. Çünkü özgürleşememiştir. Köledir.
Koşullu sevgi diyoruz kölelerin
sevgisine. “Ben seni seviyorum, sen de beni sev.”
Bakın ne kadar saçma. Bunu
söyleyen biri sevdiğini seçmiş fakat karşısındakine de seçme şansı bırakmıyor!
“Beni sev” diyor, “çünkü ben
seni seviyorum…”
…
Japon yazar Toyotome, üç türlü sevgiden söz ediyordu.
"Eğer, çünkü ve rağmen…"
Seni severim eğer beni
seversen. Bitti!
Seni seviyorum, çünkü çok
güzelsin. Bu da bitti. Çünkü güzellik kalıcı değildir.
Rağmen…
Her şeye rağmen seni seviyorum.
En şık ve en pejmürde halinle, nazınla-kaprisinle,
dağınıklığınla! Kısaca seni sen yapan her şeyinle "seni seviyorum"dur bu...
Siz karar veriniz. Hangileri
biter, hangisinde acı vardır ya da yoktur?
Bence sevgisini sunma
cesaretini ortaya koyan kişi sevgi kategorisini iyi belirlemelidir. “Benim bu
insana ihtiyacım var o halde onu seviyorum” öyle mi?.. Ya ihtiyacım biterse bir
gün? (Genelde “evlenince aşkımızı kaybettik” türü yakınmalar bundan doğar)
“Bu insan benim hayatımdan
çıkarsa, ben yıkılır mıyım?”
Bizim onu tercih ettiğimiz gibi o da bir
tercih yapabilir bir gün…
Eğer yıkılırsam demek ki ben
anne kucağını arayan psikoloji ile sevmişim. Demek ki o hep yanımda olsun,
kendi zayıflığımı göstermesin bana diye düşünmüşüm. Elbette acı çekerim o
zaman. Anne sütünden kesilmiş bebekler gibi ağlarım. Bu gayet doğal.
İnsanlarımız çocukluğundan beri verme’den çok alma şartlı edimiyle yetiştirildiğinden sevgiyi
karşıdan almak isterler.
Sevilmek isteriz. Etrafımızdakiler
sevsin bizi.
İyi, güzel; sevsin.
Ama sevmeyebilirler de!
Sevilmediğini düşünmek her
insanı yaralar.
Fıtratımızda beğenilmek,
sevilmek var. Fakat bu bencilce bir hal alırsa, sonu hüsran olur.
Sonra herkese “sakın sevme acı
çekersin”, demeye başlar. Nesilden nesile aktarılır bu arabesk tecrübe.
Gençlerimiz daha sevmeden ayrılık ve acı çekme üzerine kaygılar biriktirirler
kumbaralarında.
Burada sevgimizin kimliği en
önemli faktör. Bir de sunuş şeklimiz tabi. İkramınızın kabul edilmemesi sizi
üzebilir belki ama bu onun -ikram ettiğiniz şeyin- değerini düşürmez. Siz onun
güzel bir pasta olduğuna inanıyorsanız, bu mutluluk ortaya böyle güzel bir
pasta koyabilmiş olmanın bir mutluluğudur.
Her şeye rağmen sevebilmek
gerçekten eşsiz bir duygu. Bu şekilde seviyor olmanın mutluluğunu hiçbir şey
gölgeleyemez. ( Ki vefasız olsa bile, bu onun tercihidir çünkü. Kimse bizim
istediğimiz gibi düşünmek, giyinmek, davranmak ve de sevmek zorunda değildir.)
Seven insan sevdiğinin
özgürlüğünü istemedikçe gerçekte sevmiyor demektir. Özgür insan kendi tercihini
kendi yapar. Ve buna saygı duymak gerekir.
“Her başlangıcın bir sonu
vardır”. Eğer seviyorsak ve sevdiğimiz gidebilme ( ayrılık) cesaretini
gösteriyorsa onu takdirle karşılamak ve “ben seni işte böyle bir insan olduğun
için seviyorum” demek yakışır sevene. Ve yaşanan zaman diliminin güzelliği
karşısında sadece susmak düşer âşık'a.
Hayat zaten böyledir. Sağı solu
suçlamaya ne gerek vardır?
İnsanoğlu çok garip… Dahası yaşadıklarından
başkasını suçlayabilen tek canlıdır herhalde… Bardağın boş tarafını gören de
o…Oysa yaşanan güzel anlar bir ömre bedeldir de görülmez…
****
Tüketim kültürünün kapsama
alanında, cafede-büfede self servis duygulara aşkı karıştırmanın ne alemi var!
Sevgiyle kalın.
5 Ekim 2021 Salı
Sermest Ayılmaz / Bir Roman Okudum Kafam Karıştı
Roman
okumayı severim.İyi romanları daha çok severim. Burada hemen akla şu geliyor:
“Kime göre iyi roman?” Tamamen edebi
zevkime göre. Yani öyle nesnel bir değerlendirme söz konusu değil. Bu arada
tamamlamadığım romanların sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Yarısında
bıraktığım romanlar bile oldu.
Doğu
ve Batı medeniyetlerinde estetik anlayış farklı zeminlerde ortaya çıkmıştır. Batı estetiği gerçeklik perspektifi
üzerine, Doğu estetiği ise rüya ve hayâl perspektifi üzerine gelişmiştir.
Gerçeklik estetiği ön planda olduğu için Batı edebiyatında roman başta olmak
üzere düzyazı önem kazanmış ve gelişmiştir. Oysaki Türk edebiyatında rüya ve hayâl ön planda olduğu için şiir hep önemsenmiş , her zaman baş tacı
edilmiştir. Hayâl ve rüya âleminin kapılarını yüzlerce yıldır sonuna kadar
aralamıştır.
Türk okuru ilk romanı günümüzden yüz altmış
yıl kadar önce çeviri yoluyla tanımaya çalıştı. Daha sonra yerli romanlar
yazıldı ve o ilk acemilikler atlatıldıktan sonra zamanla güzel eserler ortaya
çıktı.Her ne kadar edebiyatımız roman türüyle çok geç karşılaşmış olsa da roman
türünün gelişiminin oldukça hızlı olduğu söylenebilir kanaatimce. Dünya çapında
ödül alan romancılarımız olduğuna göre.
Kitap
satışları ve kitap okunma oranları salgın döneminde artmış. Buna seviniyoruz
haklı olarak. Çünkü yazarlarımızın ne kadar nitelikli okur olduğu konusunda
bile ciddi kuşkularım var. Bu dönemde ben de pek çok roman okuru gibi kendimce
bir okuma listesi yaptım.Listemde yerli ve yabancı romanlar da vardı, daha önce
okuduğum hâlde üzerinden uzun yıllar geçtiği için yeniden okumak istediğim
romanlar da. “Veba Geceleri” de listemde
yer aldı. Kitabın yazarı ve yayıncısı da bu kitabı piyasaya sürmek için bundan
daha iyi bir zaman düşünemezdi herhalde. Hatta kuşkucu tarafım zihnimi meşgul
ediyor arada bir: “Yoksa bu adamlar böyle bir salgın olacağını önceden
biliyorlar mı?”
“Veba Geceleri” romanını okurken zaman zaman değişik
sorularla cebelleştiğim de oldu. Yazarın başta TRT’de bile konuşulması kitabın
bir bakıma reklamının en üst perdede yapılması edebiyatla nasıl
ilişkilendirilecek. Veba Geceleri, okur gözüyle bana ne düşündürdü? Bu soruyu
biraz açacak olursak öncelikle
oryantalist bakış açısının romanın bütününe yayıldığını söylemem lazım.Roman
yazarları, kurmaca anlatıcıya bırakırlar anlatımı. Orhan Pamuk, bu anlatıcıyı
romanında biraz değiştirmiş diyebilirim.Romanda birden fazla anlatıcı var. Asıl
üzerinde durmak istediğim bu roman niçin kaleme alındı?
Aşk,ölüm
ve aidiyet üçgeni romanın temel çatışmasını oluşturuyor. Yazarın Doğu’ya bakışı sıradan bir roman
okurunun bile dikkatinden kaçmıyor.Çünkü romanda geçen cami ve kilise bile betimlenirken çok bariz
bir şekilde taraf tutuluyor hissi veriyor okura. Kiliseden bahsedilirken
bakımlı ve temiz, camiden bahsedilirken bakımsız,güdük minareli... Roman üzerine
okuduğum yorumların bazılarında aşk ve ölüm çatışmasına vurgu yapılıyor. Fakat
romanda en çok dikkat çeken şey, Sultan Abdülhamit’in romanın bütününde çok ağır bir şekilde
kötülenmesiydi. Bu kötüleme hem roman kahramanları üzerinden hem de anlatıcının
yorumlarıyla yapılıyor.Öyle ki “Bu roman niçin yazılmış?” sorusunun cevabı
roman vasıtasıyla tarihî gerçekliği tamamen devre dışı bırakarak Abdülhamit’i
değersizleştirmek gibi geldi bana.Sultan Abdülhamit’in üzerine yazılmış birçok
yazı var. İki keskin pencereden biri Sultan Abdülhamit’i sürekli güzel bir
bahçede resmederken; diğeri sürekli sevimsiz,çirkin bir mekânda tasvir eder.
Biraz tarihî olayları aklıselim bir şekilde yorumlama kabiliyeti olanlar bilir
ki pencerenin biri Yahudi seviciler tarafından tutulmuştur ve yazık ki Orhan
Pamuk’un ücretsiz olarak Amerika’da eğitim gördüğü yazarlık okulunun finansörü
İsrailli bir ailedir.Ödüllü yazarımızın romanını okurken zaman zaman çok
sıkıldığımı söylemeliyim. Ahmet Mithat Efendi’yi aratmayacak kadar gereksiz
ayrıntı ve bilgiye yer veren yazar psikolojik tahlillere fazla girmemiş.
Önce
şiir yazmak ister edebiyat insanı. Şiirde zorlanınca öyküye sığınır, öyküde de
başarılı olamayınca romanda dener şansını. Orhan Pamuk da öyle yapmış
olmalı.Fakat yazarlık sahnesine çıkarken arkasındaki hatrı sayılır destekçileri
olmasaydı acaba bugünlere gelebilir miydi yazar olarak?
29 Eylül 2021 Çarşamba
Ahmet Yılmazefe / Yine
Yine
yine de özler insan bir şarkıyı
bir şarkının sözlerini
en çok da seni
bir bahar muştusu gözlerini
yine de insan bir ata binip koşturmak ister
bilse de gemilerin denizde parmak izini
köpüren masmavi suları ve tendeki tuzu
küçük dünyamızda beklerken son yolcuyu
yine de insan karıştırmak ister bazen
sandıklarda saklanan küflü anıları
asla bırakmam seni diye bir yemini
ve siyah beyaz bir fotoğrafı
yine de hatırlamak ister insan
şiir yazdığı komşu kızını
kitap sayfalarında kurutulmuş gül yaprağını
aynada sarışın çocukluğuna inanmak ister insan
23 Temmuz 2021 Cuma
Sermest Ayılmaz / İmge Şiirin Neresindedir?
Yıllar önce Murathan Mungan bir masalını “Bu masal, 'Artık bütün şiirler aynı sözcüklerle yazılıyormuş gibi geliyor bana.' diyen dostum M.Kemaloğlu’na ” diyerek ithaf etmişti.Gerçekten de günümüz şiirine bakacak olursak M.Kemaloğlu’nun haklı olduğunu görürüz. Çünkü şiirler yazılıyor, yayımlanıyor, fakat aynı şiirleri okuyormuşuz hissi veriyor okuduklarımız. İmgeler neredeyse birbirinin tekrarı.Hatta imge aşırma yapanlara bile yer veriliyor bazı dergilerde. Şairlerin birbirinden belli ölçüde etkilenmesi zaten kabul edilebilir bir durumdur. Hemen her şair kendi şiir dünyasını kurana kadar başka şiirlerden beslenir. Fakat şiirleri yayımlanmaya başlayınca işin rengi değişir. Şairden beklenen özgün imgeler ve şiirlerdir. Son zamanlarda tanınmış büyük dergilerde bile orijinal bir şiire rastlamadığımı söylemem lazım.
Birbirlerine iltifatlarla Türk şiirini yeniden yüceltme iddiasındaki birçok isim, iyi şiirin çok uzağında dolaşıyor. “İmge nedir,imgesiz şiir olur mu?” sorularını soruyorum kendime. İmgeyi “zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, hayal,hülya” şeklinde tanımlıyor Türkçe sözlüklerin çoğu. Biz ne anlamalıyız peki bundan? Sözcüklerin yeni ya da başka bir anlamla kullanılmasını anlayabiliriz. Başka bir deyişle “kelimelerin sanatlı kullanılması, yeni bir anlam kazanması” diyebiliriz.
Okuduğum şiirlerden birinin ilk dizesinde İsmet Özel’in izini güçlü bir şekilde hissettim. “artık zehir olduğu biliniyor suskunluğun” dizesini okur okumaz İsmet Özel’in “susmak elbette zehirlidir” dizesi geldi aklıma. “Demirden sağnaklar altında uyur sevdiğim” dizesi de aynı şekilde okurun gözüne sokulurcasına başka bir şiirde karşımıza çıkmıştı. İmgeden kastımız elbette bu değil. Özgün imgeler kullanmalı ki kendi parmak izini şiirinde gösterebilsin şairler.
İmgesiz şiir olur mu? Bence olmaz. Elbette çok başarılı istisnaları var. Fakat genel olarak şiir imgesiz olmaz. Aksi hâlde düzyazıdan farkı olmaz. İyi şiir düzyazıya dönüştürülemez.İçindeki imge,ahenk ve müzik kaybolur çünkü.
“uzakta çıplak balını dağıttı vaatlerin ayazlı tamgası
gökkuşağının kurtarılmış halatında anımsamanın gemisi,
vadenin, açlığın yılanı,ufalanan gül, kocamış ölü
…”
Haziran ayında bir dergide okuduğum şiirden üç dize.Bu dizelerde birbiriyle hiç de ilgisi olmayan "ortaya karışık" diyebileceğim imgeler var. Fakat ortada şiirsel bir çağrışım yok.İkinci Yeni şiirinin kötü bir taklidi. İkinci Yeni şiiri dikkatle okunduğunda yeni ufuklara bir yolculuğa çıkaracaktır sizi.Fakat taklidini okursanız şiire geçici bir süre ara vermek zorunda kalabilirsiniz. Okuru şiirden uzaklaştıran bir yanı var çünkü kötü taklitlerin.
Geçen gün imge ve şiir üzerine bir grup gençle sohbet ederken gençlerden biri bir şiirini okumak istediğini söyledi. Şiirde dikkatimizi çeken imgeler vardı, en azından beni umutlandırdı bu şiir.
ağaca çiçeği hatırlattı bahar
ekinlere başağı
insana hayatı
oysa halkım unutmuştu yaşamayı
nasırlı elleriyle bir kelebeğe dokunmayı
bahar kara bulutların üstünde
yepyeni bir yağmurdu
Bu şiirde şair, imgede tasarruf ederek çok doğru bir şey yapmış.Kelimelerin gücünü ve sınırını yerinde kullanmış. Okurken hem baharın coşkusunu, hem de nasırlı elleriyle halkın sızısını hissettirdi bana.Üstelik toplumcu gerçekçi iddiasıyla bir manifesto zırhına bürünmeden. Şiirde gereksiz ve çok imge kullanmak demek, aşırı makyaj yapan bir insanın yüzünün gerçek hâlinin görünmemesi gibidir. Yani fazla sanat şiiri öldürür. Nitekim başarılı bulduğum bahar şiirinde sanat,şiiri örtmemiş. Şair; imge,mesaj,ahenk ve müzik dengesini iyi sağlamış. Okurda geriye bir şiir tadı bırakıyor.
Şiirde imge önemlidir.Fakat şiirde imgeyi yerli yerinde kullanmak biraz maharet gerektirir, biraz da ustalık.Ustalık kazanmak da iki üç kişinin pohpohlamasından değil, şiirin upuzun talebesi olmaktan geçiyor.
8 Temmuz 2021 Perşembe
Himmet Karataş / Zoo'm Ziyareti
Artık o eski kalabalık ziyaretçiler görünmez olmuştu. Bütün hayvanlar, özellikle hafta sonları çocukları merakla bekliyordu. Fakat o gün gelip çattığında küçük bir bezle yüzleri kapalı bakıcılardan başka kimse görünmüyordu.
Zebra
dayanamadı. Aslana telefon açtı. Uzun uzun çalan telefona yorgun bir ses cevap
verdi.
-Efendim
Zebra, gene ne var? Spor yapmak istiyorsan çık koş, kovalamaca oynayacak halim
yok. Son verdikleri et bayat ve yağlıymış. Karnım ağrıyor.
-Geçmiş
olsun kralım.
-Ne kralı
yahu? Tutsağız burada bilmiyor musun?
-Haklısınız ama garip sessizlik var kralım. Hiç gelen giden yok. Çok sıkıldık. Nerede bu insanlar,
gelseler de biraz eğlensek.
Aslan da
meraklandı. Tüm hayvanları öğleden sonra saat üçte "ZOO'M" üzerinden toplantıya
çağırdı.
Gerçekten hayvanat
bahçesinde bile insan görülmez olmuştu. “Dünyanın sonu mu geldi, insanlar
nereye gitti?” Bir merak sarmıştı
herkesi. Hayvan bakıcıları da azalmış, on kişi düşmüştü üçe.
Toplantı
saati gelip çattı. Aslan, ekrandaki görüntüsünü kontrol ederken yelelerini
sıvazladı.
-Değerli
dostlarım, mikrofonları kapatalım. Toplantı sonunda isteyene söz vereceğim. O
zaman açarsınız. Küçük bir kükreme ile gırtlak kontrolü yaptıktan sonra konuşmasına
devam etti.
-Biz
aramızda iyiyiz de bir problem var. Kaç gündür insanlar gelmiyor. Çok tuhaf. Herkes bildiğini, gördüğünü anlatsın. Bir çözüm bulalım. Burası çok
sıkıcı olmaya başladı.
-İnsanlar
bize gelmiyorsa biz onlara gidelim, dedi lemur. Bayat bir fıstık kabuğuyla
oynarken.
Bu öneri kabul edildi. Kim gitsin, kim kalsın
derken "fikir sahibinin bir planı vardır" diyerek Lemur'a bu görev
verildi.
Lemur, alçaktan
sürünerek tel örgüden çıktı. Ağaçlardan
duvarlara, duvarlardan yollara derken şehre girdi. Her şey aklına geldi de
şehrin
sessizliğinden
korkacağını hiç düşünmemişti.
Boş
kaldırımlarda açan gelincikleri görünce durup kaşındı, biraz da endişeliydi.
“Bu insanlar
nereye gitti mübarek?” dedi, kendine.
Hemen kaldırımda
açan gelinciklerin fotoğrafını çekerek "ZOO'M" grubuna gönderdi. Gruptaki
arkadaşlarından şaşkın emojiler gelince, yoluna devam etti. Az ötede köşedeki fırının
önünde birkaç insan vardı.
- Ekmek
almaya çalışıyorlar, dedi. Fırınlar açık! Savaşta mıyız?
O köşe senin,
bu köşe benim şehri gezdi Lemur. Gördüklerine pek anlam veremedi.
Sonunda eve
iki ekmek götüren bir çocuğa rastlayınca, ona doğru koştu. Konuştu onunla
ayaküstü oradan buradan.
-Neler
oluyor, bizi ziyarete gelmez oldunuz?
Çocuk üç
cümle ile özetledi her şeyi. “Bir salgın hastalık varmış, adı korona. Herkes
evlere kapandı. Ölüyoruz teker teker. Sadece bu şehir değil, tüm dünyada böyle!”
deyince Lemur’un gözleri parladı.
-Dur, dedi. Seni arkadaşlarıma göstereyim.
Hemen bir selfi çekerek sosyal medya grubundan gönderdi.
-Toplanın
millet! İnsanları evlerine kapatmışlar. Artık biz onları ziyarete gideceğiz!
1 Temmuz 2021 Perşembe
Bilge Kalaycı / Masanın Etrafındakiler
Literatürümüzde ne kadar çok masa var değil mi?
Nikah masası, yemek masası, kriz masası ( en çok da bunu merak ederim)
beyaz masa, ana kumanda masası, yayın masası...
Masa modernliğin bir metaforu olmuş durumda.
"Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke" demişti, Edip Cansever.
Edebiyat dergilerinde de bir masa etrafında yayın kurulu toplanır. Masanın sert köşeleri vardır. Masaya yaklaşmak
içün elinde çövgenle kırk gün yaya yol gitmek gerekir, neredeyse.
İşte, masaya yaklaşamayan bir okurumuz Beyoğlu Merkep Bağırtan Sokak'tan bir mektup
göndermiş bize. Bildiğiniz pullu zarf ile! Yırtarak açmaya kıyamadığımız zarftaki
el yazısı mektubunda diyor ki, " Edebiyat dergileri,
geleneğimizde bir nevi mektep vazifesi görür. Cemil Meriç üstadın dediği gibi
'dergiler hür tefekkürün kalesidir.' İyi güzel de ,bu kalenin girişi ne
taraftadır? Şiirlerimi okuyup geri dönüş yapan yok!"
Kıymetli okurumuz haksız sayılmaz. Fakat Erzurum Aşkale'deki
yakınları için istemiş olduğu 'Karpuz kestim yiyen yok' adlı türküyü
yayınlayamıyoruz. Radyolara istek mektuplarıyla karıştırmış olabilir. Pullu
zarfı anladık da, türkü isteği daha nostaljik olmuş.
Okurumuzun
işaret ettiği mesele mühimdir bizim muhitte.
Yeni Türk
Edebiyatında 'mektep' deyince ilk akla gelen Necip Fazıl Kısakürek'in 'Büyük Doğu', Sezai Karakoç'un 'Diriliş'i ve Nuri Pakdil'in 'Edebiyat' dergisidir. Daha sonra bu
ekolden gelecek Mavera dergisinin
yazarları çıraklık dönemlerini bu dergilerin atmosferinde geçirmişlerdir.
Örnek, Mavera'da Cahit Zarifoğlu'nun "Okuyucularla"
bölümü genç şair ve yazar kadrosunun doğmasına sebep olmuştur. Zarifoğlu,
müşfik bir tavırla Mavera'nın arka sayfalarını "sofra bezi" gibi okuyucularına açtığı hikâye, şiir ve
denemelere ayırmış ve herkesi samimi olarak "bu sofraya davet"
etmiştir. Bugünün seçkin yazar ve şair nesli bu sofraya icabetin bir sonucudur.
' Mektep' dediğimiz 'edebiyat dergisi' tam da budur.
Gelelim
günümüze...
Küresel ısınma, sadece yağış bakımından kuraklık
getirmedi.
Kuraklık
her alanda kuşattı bizi. O 'sofra bezi'
duvardaki paslı çivide asılı kaldı.
Öylesine
soldu ki her şey, "kuru bir bilgisayar tıkırtısıyla açıyorlar" gelen
mektupları.
Evet, günümüzde matbu edebiyat dergisi çıkarmak büyük bir cesaret
ve fedakarlık istiyor. Bundan mıdır, nedir bilmiyoruz. Ama artık her derginin
kadrolu şair ve yazarları var.
Sofra
bezinin yerini masa almış.
Kimsecikler yanaşamıyor masa'ya.
"Masa da masaymış ha "
Yazdıkça yazıyorlar, ama artık nerdeyse
aynı kelimelerle, aynı şeyleri tekrar ederek.
Tekrarı geçelim, kadrolu kalem erbapları
aynı dergide yazan bir başkasının yazısını/şiirini okumuyor bile!
Kapakta adlar sıralanıyor. Yani masanın etrafındakiler...
O kadar...
27 Haziran 2021 Pazar
Sermest Ayılmaz / Paylaşılamayan Pâye : Şairlik
Şiir okurundan daha çok şiir yazan var ülkemizde. Ne gariptir ki okumadan şiir yazabilen ilginç şairlerimiz(!) var bizim. Yıllar önce bir derginin yayın kurulunda görevlendirildim. Dergide iki editör daha vardı. Şiir seçici yayın kurulu üyesi bendim. Derginin sahibi bir gün şiirlerini yayımlatmak isteyen bir genç hanımı bana gönderdi. Genç hanım, şiirlerini bir dosya halinde getirmiş. Dosyayı alıp içindekileri hızlı bir şekilde okudum. Dikkatimi çeken bir şiire rastlamadım. Daha doğrusu ortada bir şiir yoktu. “Yağmur yağdı ıslandık/ Ağaçlardan sular damlıyordu/ Tir tir titriyorduk/ Üşüdük …” gibi düz cümlelerden kurulu dörtlükler vardı. Şiir okuyor musunuz, diye sordum. “Ben hiç şiir okumam. Okuyacak kadar güzel şiir yok ki.” dedi. Sonra bana şiirlerini nasıl bulduğumu sordu. Ben de “Kusura bakmayın ama bunlar şiir değil.” deyince üzüldü. Doğal olarak ben de üzüldüm. Derginin sahibi bir sonraki sayıda başka bir editörle anlaşarak kibarca bana teşekkür etti. Derginin benden sonraki sayılarını alıp okumaya devam ettim. İki sayı sonra o genç hanımın şiir diye yazdıklarından birinin yayımlandığını gördüm. Demek ki onlar şiirmiş de ben görememişim.
İstanbul’da
her hafta cuma akşamları yaptığımız edebiyat sohbetlerine bir gün yeni bir
arkadaş katılmıştı. Tanıştırılırken “Efendim ben Şair Murtaza G. Beş şiir
kitabım var.” deyince ben de “Şair
Sermest Ayılmaz, hiç kitabım yok.” dedim. Bana “Çok şakacısınız, kitap olmadan
şair mi olunur.” dedi. Sonra ona Mehmet Kaplan’ın Rabia Hatun Şiirleri tahlilinden bahsettim. “Sadece 41 kıtadan oluşan bu şiirleri tahlil eden Mehmet
Kaplan yazının sonunda ‘Ciltlerle şiir
yazan, fakat bir tek güzel mısra söyleyemeyenlerin yanında İsmail Hâmi
Danişmend, adı saygı ve sevgi ile anılacak, gerçek bir sanatkârdır.’ diyor. Yani
ciltler dolusu kitabınızın olması sizi şair yapmıyor. Şiir adına ortaya
koyduğunuz ne var, ondan bahsedin bana. Kendinizi tanıtırken Şair Murtaza
demeniz sizi şair yapmaz. Yoksa benim zatıalinizin şairliğinde gözüm yok.” diye ekledim.
Yine o yıllarda -sanıyorum 2010
yılıydı- edebiyat sohbetlerimize bir
akşam tambur sanatçısı bestekâr Necip Gülses de teşrif etmişti. Kendisine “Azizim siz büyük bir bestekâr olarak Türk
müziğinin genç icracılarını nasıl buluyorsunuz?” diyecektim ki hemen müdahale
etti. “Ben bestekâr olarak görmüyorum kendimi. Bu kadar ağır bir sıfata layık
olduğumu düşünmüyorum. Bu, büyük üstatlara saygısızlık olur.” Necip Gülses’in
bu sözlerinden orada hepimiz kendi payımıza düşen hisseyi almıştık. O akşamdan
sonra edebiyat sohbetlerine katılan arkadaşlarımız -içlerinde çok güçlü
şairler de vardı- şairlik sıfatını kullanmaktan imtina etti.
Şiir sırrın dilidir,
demiş Peyami Safa. Sırrın diline ulaşmak kolay değildir elbette. Şiire ulaşmak
isteyen şiir yolcusu o sırra varmak için o yolları aşındıran ustaların talebesi
olmayı öğrenmelidir. Önce o sırra varmak gerekiyor dili anlamak, öğrenmek için.
Şiire ulaşmak ise girift bir bilmeceyi çözmek ya da kelimelerle büyülenmek
demek biraz da. Yağmur yağarken aklına sadece şemsiye gelen bir kişiden bir
şiiri hissetmesini beklemek fazla romantik bir yaklaşım olur. Şair kimdir,
sorusuna dönecek olursak şair sırrın dilini bilendir diyebiliriz.
Şiir yazmak demek şair olmak demek değildir.
Yani şiir yazan herkes şair değildir. Olamaz da. Bir kişi güzel
bir şiir yazdı diye onu hemen şair olarak kabul etmek çok yanıltıcı
olabilir. Akla tekrar aynı soru geliyor hâliyle: Şair kimdir? Şair; şiirle
düşünen, hayata şiir gözüyle bakabilen kişidir. Kırmızı ve Siyah romanında giyotinle
idama mahkûm edilen Jülien Sorel kaç şiir yazmıştı ki şair olsun. Fakat Jülien
Sorel ölüme giderken Parisli kadınların bakışları arasında şunları düşünüyordu:
“Bu baş, yaşamı boyunca hiçbir zaman ölüme gittiği şu anki kadar şiir dolu
olmamıştı.” Şairlik biraz da şiir dolu olmak demektir.
Haziran/ 2021 İstanbul
22 Haziran 2021 Salı
Nevzat Akyar / Şizofreni Şiirin Nesi Olur?
Maalesef öz değilse bile üvey kardeşi olsalar gerektir, şizofrenik durum ile şairin mısralarını döktürürken içinde bulunduğu ruh hali. Tıp ilmine göre ;" kişinin kendisi ile aşırı ilgilenme konusunda bir eğilime sahip olduğu ve kendi kendisini çok fazla dinlediği, fikirlerini başkalarına kabul ettirmeye çalıştığı durumlar" olarak tanımlanan psikolojik davranış hali, paranoid şizofreni olarak adlandırılır. Kişinin davranışları belirli sınırlar içinde kalırsa, çevresi tarafından "garip huyları olan bir kimse" gözüyle görülür*. Bu durumu pratikte şöyle tarif edebiliriz. Dünyanın merkezini kendisi sayma, her şeyin kendi etrafında ve kendine ayarlı şekilde planlandığını ya da planlanması gerektiğini sanma, olmayanı olmuş sayma, olmayacaktan ürkme veya sevinme hali, gökyüzüne bulutlar dolsa kendini ördek sürüsünün en önünde süvari zannetme, şehirde ramazan topu atılsa çevresini düşmanlarının sardığını sanma halidir şizofreni. Öyleyse başka tarife ne gerek var, bu aşırı hassas ruh hali erbabının en çok kendini gösterdiği sanat dalıdır şiir uğraşısı. Acizane tespitimdir ki, şiirle uğraşanın mutlaka bir çivisi çıkmıştır akıl hanesinde, iki çivisi çıkmışsa iyi bir şairdir ama ve lakin çıkan çivi sayısı üç veya daha fazla ise o kişi olsa olsa tehlikeli bir şizofrendir, ondan ne şiire ne sanata ne memleket hayrına bir şeyler ummak abesle iştigaldir.
Şiirde olmazları olur kılar şair,
sahildeki kum tepeciklerinden dağlar, kadın çoraplarından sapasağlam ağlar,
küpelerden gemileri durduran çapalar yaratır.
Bir rüzgar esse limandaki bütün gemilerle birlikte yarin de dudakları
titrer, ilk dördüne henüz girmiş olan sevgili gece güzelimiz ay, yarin maşukunu
andıktan sonra kısa ve aciz bir amin kelimesi
ile kapanan dudaklarıdır. Dünyada hiçbir kimseyle anlaşamaması bir şair
için olmazsa olmaz bir gerçek iken, o, her dem anlaşılmamaktan yakınır. Bir
adım atsalar bin adımla koşacaktır ama bin adım atanın bin adımına da bir
bahane bulan da yine şairin kendisidir bazen.
Şair kısmı ne kadar zor ademler
olsalar da bu dünyaya lazımdırlar. En
azından yaşanmayacak kadar bile olsa güzelliklere öykünür, barışı dillendirirler.
Çiçeklerin ve dikenlerin birbiriyle yarışan güzelliklerini, bir vaha kadar
çölün, demiryolu kadar köy patikalarının, dağlar kadar vadilerin de aynı
derecede güzel olduklarını bir şairden başka kim anlatabilir ki, hem de
inandırarak. Aslında bütün sanatçılarda biraz üst perdeden düşünmek, normali
zorlamak hali vardır ve bu mutlak varlık lazımdır da. Çünkü sıradan olanı
düşünmek, yapmak zaten hep yapılagelendir, onun insan zevkine hitap edecek
yeri yoktur. Sıra dışı olanı gözümüze
kulağımıza sunabilmek bu yüzden önem arz etmektedir. Bu nedenle yeni ve güzel
olmasını arzuladığımız bir eserde tadımlık kabilinden şizofrenik bir ruh hali
elzemdir. Yoksa kalıcı şiir, büyük şair gibi terimler literatürümüzde
olmazlardı. Savımızı biraz da örneklerle gösterelim isterseniz.
Şairler sultanı Necip Fazıl üstadımız
şöyle demişler. " kimsesiz odanda kış geceleri / için ürperdiği demler beni an /
de ki o dur sarsan pencereleri / de ki rüzgar değil o dur haykıran" Uzaktaki sevgilinin ki bunun da varlığı değil
muhayyilesidir gerçek olan, ama hadi var olan sevgilinin diyelim, içi ürperdiği
anlar şairi anması ve anmasının istenmesi normaldir amenna, amma ve fakat,
ahşap çerçeve kenarından veya camdaki çatlaklardan giren rüzgarın pencereleri
sarsması veya meteorolojik bir olay olan rüzgar uğultusunun şairin kendi
gırtlağından çıktığını farz etmesi veya farz edilmesini beklemesi nasıl
açıklanabilir. Elbette mükemmel bir dörtlük ama konu bu değil, konu,
"büyük şair iddialı şiirinde bir tutam şizofrenik dokunuşta bulunur"
iddiasının tespitidir.
Nazım Hikmet'ten bir örnek vermek
gerekirse herkesçe malum zevkli bir şiirinden iki mısra girelim. "ben bir ceviz ağacıyım Gülhane
parkında / ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında" . Şairin,
hem de polisten kaçan bir aranan olduğunu burada anlamak ve şaire hak vermemek
mümkün değil ama kendisini şehrin ortasında herkesçe bilinen bir parktaki ceviz
ağacına benzetmesi nasıl izah edilebilir. Mesela şöyle açıklanabilir mi ? Şair
hem görünüm hem ömür açısından heybetli bir ağaçtır, kökü derinlerde kolları
yükseklerdedir, yani hem geleneği taşımakta hem modernizmi kabullenmektedir.
Onun parktaki varlığı, meyvesinden gölgesine, çeyizlik kerestesinden uzun
ömrüne her şeyi ile örnek ve gıpta edilesi bir haldir. Burada şairin kendisini
tam da şizofrenik bir hal ile tariflemesinden başka nasıl bir yorum yapılabilir
! Bu arada şairin kendisini neden kavak ağacına ya da saklanması bir cevizden
çok daha kolay olan bir böğürtlene değil de herkesin dikkatini çekecek bir
ceviz ağacına benzetmesi ise ayrı mesele, ama kısaca açıklamak gerekirse
şizofrenik hal, her zaman en iyisini, en büyüğünü hedefler. Ama güzel, hem de
çok güzel bir şiir meydana getirmiş. Burada da görüyoruz ki büyük şair, büyük
şiirine bir tutam şizofreni iksiri katmıştır. Her iki usta da mısralarında
şizofreni iksirini en üst perdeden kullanmışlardır.
Attila İlhan ustamız da madem ki iyi
şairdir, onda da şizofrenik dalgalanmalar bulmak kolay olsa gerektir. " ne olurdu kim olduğunu bilsem Pia
nın / ellerini bir tutsam, ölsem / böyle uzak uzak seslenmesem / ben bir şehre
geldiğim zaman o başka bir şehre gitmese
/ otelleri bomboş bulmasam / içlenip buzlu bir kadeh gibi buğulanı buğulanıp
durmasam..." Ancak bir şair, kim olduğunu bilmediği birine aşık
olabilir, hem öyle bir olur ki hiçbir fani bu aşkı hak edecek kadar mükemmel
değildir. Çünkü onu mükemmel kılan, bu dünyaya ait olmaması, yani fani
olmamasıdır, oysa dünyaya gelen her şey bu varoluş anından itibaren kirlenmeye
başlamıştır ve kirlenen bir şey aşık olunmaya değen bir şey asla değildir.
Şairin içindeki güzelliğe olan aşkıdır Pia, ama herkes koca şairi kıskanır, pia
ya onun mısraları ile aşık olur, pia yı ondan almaya çalışır. Ama heyhat, bir
tutam şizofreni iksiri ile meydana getirdiği pia, onun hayal hanesinden bir
parıltıdır sadece. Önce kendi hayalinde oluşturup, sonra hiçbir arayışında
bulamadığı, mutlaka hem de çok uzaklara gitmiş bir hayal perisidir o. Şair,
kendi yarattığı bir simülasyonun peşinde, olmadığını bile bile maşukunu arar
durur. Bu durum işte tam da bir şizofrenin yapacağı davranıştır. Ama şiir
mükemmeldir, en mantık hastası, sanattan şiirden nasibi olmayanların bile içini
cız ettirebilen bir şiirdir. Mükemmelliğini, içindeki şizofrenik iksirden
almadığını söylemeye kim cesaret edebilir .
Üstad İsmet Özel, belki de bu iksiri en çok kullanmış şairlerimizin
başındadır. Ayrıca üstadın sadece şiirlerinde değil, poetik yazılarında da bu
tadı bulmak mümkündür. Şiirinden bir kısım ile örneklememize devam edelim.
" ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında / her
şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben
yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök
yarıldı, çamura su verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde /
kazandım nefretini fahişelerin / kanet ediyor bana bakireler de / sözlerim var
köprüleri geçirmez / kimseyi ateşten korumaz kelimelerim / kılıçsızım, saygım
kalmadı buğday saplarına / uçtum, uçuşum radarlarla izlendi / gayret ettim ve
sövdüm / bu da geçti polis kayıtlarına"
Şairin hayata
not düşmesi, tespitte bulunması zaten olağandır. Bunu bir şairden başka kimse
onun kadar kanırtarak zihinlere kazıyamaz. Ancak herhangi bir kişi, hayata dair
her şeyin kendisi yaşarken olduğunu iddia etmesi, bir kişinin her şeyi görüp
bildiğini, canlı şahidi olduğunu söylemesi tıp ilmine göre şizofrenik bir
takıntıdır. Şair seçtiği yol ile birbirine zıt iki kutup olan fahişelerle
bakirelerin ortak nefretini kazanmıştır, yahut kazandığı zannındadır. Kendisi
yazı aleminde öyle yükseklerde kalem oynatmıştır ki, bütün bunlar izlenmiştir,
artık bıkmıştır şair ve izleyenlere küfretmeyi seçmiş, bu küfür de kayıt altına
alınmıştır. Şair şiirinde kendisini olabildiğince yükseltmiş, her şeye bizzat
tanıklık etmiş, herkesin nefretini kazanmış, tek başına ve anlaşılmadan yaşamak
zorunda kalmış, herkesi karşısına alıp yalnızlığı seçmiştir. Bu tespitler asla
şairin gerçekliği ile değil yukarıdaki mısraların yazılma anındaki haleti ruhiyesiyle ilgilidir. Şiirine
şizofrenik iksiri olanca cömertliği ile boca etmiş, bu cömertlik le ustalığını pekiştirmiş ve bir
şairden her zaman beklenen "hayrette bırakma" kabiliyetini adeta
zihnimize kazımıştır.
"evlerinin
içi kabartma bahar / köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar / halıları öpe
öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar / siz söyleyin insan seve seve ölmez ne
yapar / köşelerde keklik gibi akıp duran saksılar "
Sezai Karakoç'un şiirinden de kısa
bir bölümü inceleyerek üstadımızın hakkını teslim edelim. Seven, sevdiğinin her
haline razıdır, bu rıza hali, aşkın kendisidir. Şairin sevgisi o kadar yüce ve
kutsaldır ki sevdiğinin evindeki her nesnede değişik güzellikler tarifler. Onda
ve onunla ilgili hiçbir eşyada bir çirkinlik yoktur. Evlerinin içi bahar
tadında, pırıl pırıl, çiçek çiçek bir nisan bahçesidir. Köşelerdeki saksılar
kekliğe, sevdiğinin halıda gezen ayakları nakışa, yürüyüşü de nakış işleyen
kibar ve mahir parmaklara benzemektedir. Öylesine kendinden geçmiştir, öylesine
kaptırmıştır ki, bu sevgide bir hiç olmaya, sevdiğinin yanında olmak hayalinde
ölmeye değer. Şair burada gerçeküstü bir boyutta, nesnelere gerçekte olamayacak
anlamlar yüklemiş, bu olmazların oluru içinde ölüme rıza göstermek bir yana,
bilakis bile isteye gitmek arzusundadır. Fakat hemen sonra bunca övülen ev, içi
tepeden tırnağa gururla dolu, soğuk bir ev oluverir, o sıcaklık, o bahar havası
kayboluverir. Ancak şairin aşkı o kadar büyüktür ki, bu gururu da aşkının
büyüklüğü içinde eritmeye kararlıdır ve kendisinden emindir.
"evlerinin
içi gurur döşeli / benim aşkım binbir köşeli ah, binbir köşeli"
Sadece bir şair, duygulanımlarında
anlık iniş çıkışlar yaşayabilir ve her ikisine de inanır. Bir evde aynı anda,
hem sıcacık bir bahar havası hem de soğuk ve mağrur bir kış havası teneffüs
edebilir. Sonuç olarak bu hissedişin kalemine zerk ettiği şizofrenik iksir sayesinde
nefis bir şiir üretmiş ve şiirseverleri bu şizofrenik dalgalanmaların büyüsünde
bırakmıştır.
Şiirlerinden kısa bölümlerini tahlil
ettiğimiz bütün şairlerimiz , onlar yazana kadar herkesin elinin altında olan
kelimelere, kimselerin kullanmadıkları anlamlar yüklemiş, bu yüklü kelimelerden
adeta gökdelenler inşa etmişlerdir. Bu varoluşta şüphesiz, "avama garip
gelen" bir iksirin tadına varmamak imkansızdır.
Aslında yemekte baharat neyse şiirde
de şizofreni odur. İmge dediğimiz şey nedir ? Herkesin dilinde bir imgelem
meselesi sürüp gider. Kelimelere nasıl yeni anlamlar yüklemiş, okuyucuyu
nereden alıp nereye bırakmış. Evet hepimizin derdi uğraşısı bu, sıradan olandan
kaçmak, tekrardan kurtulmak, az kelime
ile çok şey anlat(ma)mak hissettirmek. Peki bu nasıl olacak ? Şair duygularını
uçurmadan kelimeleri nasıl uçuracak hafızalarımıza. Onlara tat verebilmek için
önce ruhunda yeni açılımlar yapmaması mümkün mü, yahut bu açılımları ve sıra dışılığı
yaşamadan kelimelere nasıl can verecek ? Muhammed İkbal der ki "eğer
şiirden maksat insan yapmak ise, şairlik peygamberliğin varisidir"
(M.İkbal Sözlüğü) Peygamberlerde asla şizofrenik iksir yoktu, onların
tebliğleri, insanın perdelenmiş aklının aydınlığa çıkartılmasıyla anlaşılacak
şeylerdir. Şairler ise insanoğlunun sıradan düşünme kalıplarını kırarak, avama
şizofreni gibi görülen saf gerçekliği onlara sunarlar ki burada amaç İkbal in
dediği gibi "insan yapmak" olmalıdır. Bu sunuş eğer cümlenin
hafsalasını kırıp dökecek seviyede ise iksirin dozu kaçmıştır. Onu ancak
"anlaşılmaz şiir" yazmakla övünen ve
kelimelere cambazlık yaptırmaktan başka bir şeyle uğraşmayan bir gurup, şiir
zannetmekte olup bu iksirin ne tadından ne dozundan bihaberdirler. Bu şiirden
de "insan yapmak" akla ziyan bir fikirdir. Asıl olan ise şizofrenik
iksiri tadında kullanarak zihnimizi aydınlatacak, aklımızı uçuracak, yeni
güzelliklere ulaştıracak şairler ve onların yazdıkları şiirlerdir. Çünkü
şiirden beklenen haz, herhalde ruhumuzun tatmini ve yeniden "insan
yapmak" olmalıdır.
Sonuç olarak şizofreninin, şiirin öz
değilse bile en azından üvey kardeşi olduğunu sanırım anlamış durumda
olduğumuzu umuyorum
Sevgili editörüm, bana az şizofren
bir şiir lütfen, fazlası akla zarar, yokluğu dile hamallık
* The Merck
Manual / Teşhis Tedavi El Kitabı Sy:1102
20 Haziran 2021 Pazar
Ünzile Nur Öymez / Aya Veda
Siyah kıvır kıvır saçları vardı. Saçlarını kurutursa kabarırdı telleri, bukleleri yok olurdu. O yüzden kurutmazdı hiç saçlarını. Yanağıyla çenesi arasındaki gamzesi güldüğü zaman öyle derinleşirdi ki, insanlar hayatında böyle bir şey görmediği için tekrar tekrar inceleme ihtiyacı duyardı. İrice gözleri yukarı doğru çekimliydi. İnsanlara hep gülerken parlardı irisleri. Yalnız olduğunda ise ağlarken ışıldardı, tek çift, irice, siyah desen siyah değil, kahvenin koyucası gibi, ama hep bir ışıltı, hiç sönmez ışıltısı. Alt dudağı üst dudağına göre daha dolgundu, Tanrı vergisi bir yumuşak ve pembe bir çift dudak. Şarkı dinlemeyi sevmezdi ama kulaklıkları hep takılıydı. Şarkılar modunu değil modu şarkıları seçerdi. Bir şarkı açar, o şarkıyı duymayacak seviyeye gelene kadar dinlerdi. Önemli olan şarkı değil, şarkının onda hissettirdikleriydi. Kahve de çay da sevmezdi. Lakin ağız tiryakisiydi, sigara tüketmemek adına hep bir şeyler yudumlar veyahut yerdi. Tutkusu yoktu, tutkusu olmamasına alışmıştı, canı da sıkılmazdı kolay kolay. Gece olup da ay göründü mü, saatlerce ayı izlerdi. Yeniay varsa ya da bulutluysa gök küre, gözünü yine de yukarı dikerdi. Bakardı ancak görmezdi. Sadece gece düşünür, sadece gece ağlardı.
Gün ayıp da insanlar uyandı mı, sıkıntı basardı ruhunu. Kalabalıklar üstüne üstüne gelip onu boğuyormuş gibi hissederdi. Sorumluluklarsa hoşuna giderdi. Hiç görevi olmayan işleri bile üstlenir, hep kafasını meşgul tutardı. Düşünmek; hele ki güneş tepedeyken ve insanlar tüm karanlık, çirkin hisleriyle çevresindeyken düşünmek hiç hoşuna gitmezdi. Zihnine, duygularına yapılmış bir saygısızlıktan başka bir şey değildi bu.
Yine de alışmıştı yaşamaya. Herkese iyiydi, kendinden başka. Yumuşak huyları, müşkülpesent olmayan tavırları, karşısındaki konuşurken takındığı samimi gülümsemesi onu bu anlamlandıramadığı hayatta gayet iyi idare ediyordu. O güzel gözlerin, tarifsiz gülümsemenin, herkesin kalbini hızlandıran yanaklarının altında kendisini sevemeyen bir ruh vardı. Göreni mest eden güzelliğine yakışmayan bir durumdu bu şüphesiz. Zaten kimse de bilmezdi bu gerçeği.
O güzel bir süs bebeği, bakarken mutlu eden ama kimsenin istemediği. Adeta vitrinde güzel duran ama hiç satın alınmayan bir eşya. Belki ulaşılmaz, belki hor görülen. Nefes alan ama hiç yaşamayan. Bu da onun gökyüzüne son vedası.
15 Haziran 2021 Salı
Ahmet Yılmazefe/ Belki
göğün altındayken biz
bir çocuk renkli harflerle yazdı düşlerini
bir de harita çizdi gülümseyen
denizleri büyük denizleri temiz
yağmurlar insanı insandan arındırırken
karanlık sokaklar kaybolur
kapılar uzak bir kente açılır
belki Van belki Erzurum
düşlerin yanı başında uçurum
belki başka bir yol bulurum
bir yol
adını çoktan unuttuğum
bir düş daha kırılırken bir düş
daha kurulmuştur
belki orada başka bir ihtimal daha vardır
saçlarını bir ırmağa uzatmaktadır siyah saçlı kadın
belki yeniden balçıkla aşk arasında bulurum kendimi
yeniden kalemle kağıt arasında
Etiketleri Gönder
-
Bu şiir, çok dokunaklı ve yoğun bir atmosfer taşıyor. Hem mekânsal hem de duygusal bir dönüşüm hissi var içinde. Arka sokakta bir “şehir”in ...
-
göğün altındayken biz bir çocuk renkli harflerle yazdı düşlerini bir de harita çizdi gülümseyen denizleri büyük denizleri temiz yağmurlar in...
-
Şiir okurundan daha çok şiir yazan var ülkemizde. Ne gariptir ki okumadan şiir yazabilen ilginç şairlerimiz(!) var bizim. Yıllar önc...