31 Mayıs 2021 Pazartesi

Tayyip Atmaca / dOkunan Şiirler- 22 *

 


Uzun zamandır kendi kendime fikir ve düşünce egzersizleri yapıp duruyorum. Ben mi şiire aykırı duruyorum yoksa dergilerde yayımlanan, şiir kitaplarına giren şiirler mi? Şairinin adına imge dediği ama bende hiçbir çağrışım uyandırmayan iğdiş edilmiş ya da hünsalaştırılmış kelimelerle yazı kalabalığına mı dönüştürüldü şiir?

Şiir adına bu tür kaygılarımı ne zaman dile getirmeye çalışsam kendime alan açmaya çalıştığımı söyleyenler bile oldu. Varsın olsunlar.

Yaklaşık kırk yıldır şiir üzerine kafa yormaya çalışıyor ve şiirin bütün türleri ile yakından ilgilenip bana dokunan şiirlerden aldığım ilhamlarla kendi şiirimi yazmaya çalışıyorum. Bu zaman zarfında dergi yayın yönetmenleri ve birçok şairle ters düşmek zorunda kaldığım zamanlar oldu. Bu anlaşamamanın özeti ise benim modern şiir yazamadığım, çağın dışında kaldığım ya da kendimi yenileyemediğimmiş. Elbette bütün bunlara gülüp geçerek önüme bakmam gerekiyor.

Her şair, yaşadığı çağda yazmış olduğu şiirleri devamlı sallanan bir eleğe döker. Eleğin üstünde kalanları ise ya görür ya da kendinden sonraki nesiller ancak görebilir. Onun için ‘benim şiirim şudur, benim şiirimde şunlar vardır, benim şiirimi anlamayan şiir okumasın’ vs kabilinden konuşan şairlerden hiç hazzetmediğimi de gönül rahatlığıyla söylemek zorundayım.

Şiir; özenle seçilmiş kelimelerle bir uyum ve ahenk içinde söylendiğinde muhatabında bir karşılık bulur. Yazdığınız şiiri ne kadar anlaşılır bir dille yazıp yazmadığınızı test etmek için en azından çevrenizdeki dostlarınızla ya da ailenizle bir paylaşın. Böylece şiirinizin toplumda nasıl anlaşıldığının bir testini yapmış olursunuz.

Günümüzde bir şair bir başka şairin şiirinden bir şey anlamıyor. Peki, şairin anlamadığı şiiri, şiir okuru nasıl anlayacak? Şiir anlamını şairin karnında mı gizleyecek yoksa kelimeler arasında mı?

Başka başka cümleler kurarak sonuna bir sürü soru işareti koyarak meseleyi uzatmak istemiyorum. 

Şiir önce şairin sonra da okurun kalbine dokunmalı. Şairde karşılığı olmayan duygu ve düşüncelerin okurda da bir karşılığını aramaya çalışmak karanlıkta gözlerimizi kapamak gibi bir şeydir.

Şiir, eline kalemi alınca ya da bilgisayar ekranı karşısına geçince dilinden dökülenler değil, kalbinden parmaklarına yürüyen duygu ve düşüncelerdir.

Bir kitap piyasaya çıktığında kitap ile ilgili bazı istisnalar hariç bir sürü ısmarlama yazılar yazılarak kitaba dikkat çekilmeye çalışılır. Bazen de bir kitap ile ilgili yazılan yazı bir başka derginin yazarı olmadığından o dergide kitabı ile ilgili yazıya yer verilmez.

Bir yazarın kitabı ile ilgili onlarca yazı yazılması o kitabın çok satmasına vesile olur mu orasını bilmiyorum. Bildiğim tek şey yazanın ve yazdıranın samimiyetidir.

Bir kitabın baskı tarihi ister yeni olsun ister eski hiç fark etmez önemli olan o kitabın sizin için yeni ve okunmaya değer bir kitap olmasıdır.

Masamın üzerinde onlarca kitap olur hangisini hangi zamanda okuyacağımın hesabını yapmam ama masamda duruyorsa mutlaka okunacaklar arasında yerini alır. İşte o kitaplardan birisi de Nevzat Akyar’ın Nar[1] kitabı. Kitabı geçen sene imzalayıp göndermiş ama nasip bu güneymiş.

Nevzat Akyar’ın ilk şiir kitabı Kemenkeş 2000 yılında çıkmış ve bu kitabı okuduktan sonra masaya yatırmış üzerinde olumlu olumsuz bir sürü düşüncelerimi yazdıktan sonra kendisine göndermiştim. O zamanlar ne yazdım ne çizdim bilmiyorum ama eleştirilerimin yerinde olduğunu yıllar sonra kendisi söyledi.

 

“zamanı avlayabilmiş kaç kişi var

adem’i kaç geçiyor havva’dan ne kaldı

israfil toplanıyor doldurmak üzere avurdunu

ya bu, kim bilebilir

ah ne kaldı şuncacık ömürden

dervişin su içip hamdetmesi kadar, dar

ya alsın bu ateşi yüreğime koyan

ya sevdirsin bu narı insanlara

yoksa bu nar

har olup beni yutacak” (s. 13)

 

Kitaba böyle başlıyor şair. İlk şiir kitabı ile ikinci şiir kitabı arasında on yedi yıl geçmiş. İşin doğrusu  şair bu kitabı göndermemiş olmasa bu kitaptan haberim bile olmayacaktı çünkü kitap ile ilgili bugüne kadar yazılan bir yazıya da rastlamadım. Önemli olan kitabın yayımlandıktan yıllar sonra da olsa bir şairin, bir okurun yüreğinde karşılık bulmasıdır.

İşte bu kitap gönlümüze dokunan kitaplar arasında şimdiden yerini almaya başladı bile.

Nar’ın sayfalarını çevirdikçe ne kadar şiirinin bize dokunduğunu da bu vesile ile test etmiş olacağız.

 

“annenin gözleri hiç bu kadar kurumamıştır

serseri mayınlar gibi gözleri çocukların

çocuklar hiç bu kadar kimsesiz kalmamıştır

terkedilmiş limanlar gibi avuçları kadınların

 

geç diye bir şeyin varlığı düşer akıllara

ne kayıptır hesapların mahşere kalması

kokusu sinmiş gömlek kasket ve saçların

gözyaşıyla mezarlıkta yıkanması” (s. 24)

 

Bu şiir ölümle yüzleşmenin yetim/öksüz kalmanın şiiridir. Sizi dünyaya getiren iki kişiden birisinin gidişinin bıraktığı hüzün hüzün bulutlarından içinizden dışınıza yağan yağmurun şiiridir bu şiir.  Hani atalar “Acı acıyı keser, su sancıyı” demişler ya işte öyle bir şiir.

Bazen okuduğunuz bir  kitapta bir şiir bile yüreğinize dokunsa o kitabı okuduğunuza değmiş olur. Şairin diğer şiirlerinin sizde bir karşılığı bulunmasa da dokunan şiirinin hatırına kitaplıkta yer açarsınız.

 

“çiçekleri ezmeyiniz

çünkü onlar alıngan

bir adamın elinden çıkar da suyu

damlamaz yere kanları

 

bir çiçek koparsa insan

farzet ki yayladan

götürmek için saraya

çiçek ağlar, ölür sultana varmadan”  (s. 27)

 

Şair bu şiirin altına şöyle bir dipnot düşmüş:

-bu şiir, eğitimleri engellenen kızlarımız için yazılmıştır. Ah şair, sevenlerin toprakla geç, seninle erken tanış olsunlar ki ellerinle sunduğun ilaçların yanı sıra gönlünle yazacağın reçeteleri de görsünler.

 

“bilirim,

her dağın zirvesine göre kar verir mevla

her gönlün ufkuna göre aşk

her zahide zühtü kadar cennet

her etin yanacağı kadar ateş”  (s. 29)

 

Hani Koca Yunus’un  Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Yağ ile bal ede bir söz” dediği gibi şair de kelimeleri seçerken insanın yüreğine dokunan dil dili ile hâl dilini kıvamında kararak insanın iç dünyasında karşılığı olan erdemlerle şiir hamurunu yoğurduğunda ortak duygu ve düşüncenin mahsulünü biçer.

 

Şiir, insanın neresine dokunursa oradaki yaraları sağaltır. Aksi takdirde yan yana alt alta getirilen kelimeler bir mana bütünü olmaktan çıkar, anlamsız, içi boş laflardan öteye geçmez.

 

“usulca gider su bakar ardından

ne çok köprüleri okşamış elin

ya senin o kırık kalbin şâduman

buluta değecek korkarım sesin

 

toprak sürer gider filizlerine

sen çiçeğe dönsün diye beklersin

benim nergislerim öldü şâduman

bahçıvanım yok ki gülü beslesin

 

şimdi bulutların üstündesin sen

içimde bir vaha aşkı şımartır

ne dua bizdendir ne aşkı gülen

bir yürek yetmiyor aşka şâduman” (s. 59)

 

Bu ne kadar arı duru bir hece şiiri.  Kitaptaki bütün şiirler serbestken araya böyle bir hece şiiri girmesi kitabın genel bütünlüğüne aykırı durmamış bilakis ayrı bir güzellik katmıştır.

Şair, yine başka bir hece şiirinde sanki yıllardır serbest hece şiiri yazan usta bir şair gibi gönül tellerimize dokunmaya devam ediyor.

 

“nazan mı utangaç, köpük mü yoksa

kızın içinde kuş, çırpıyor kanat

nazan’ın ateşi harlar ocağı

mintanın içinde üşüyor saat”  (s. 60)

 

Nevzat Akyar’ın Nar’ında o kadar not aldığım, yanını yönünü çizdiğim şiirler oldu ki yazacaklarım yarım kaldı. En iyisi siz bu gazeli okuyun, gerisini kitaba ulaştığınızda okursunuz vesselam.

 

“kırmızı halılar serdim bağımın yollarına

sultanlar eteğin toplar nâdan geçesi değil

 

kızılcık düştü erik düştü nar düştü payıma

pir-i fani tadın bakar nâdan yiyesi değil

 

yorulmadık rüya gördüm gündüzün ortasında

uçtu ruhum güldü yüzüm nâdan bilesi değil

 

bülbül efgan gül yorgun, lâle sümbül bağ-u bostan

çingeneler rastık çeker nâdan giresi değil

 

firkat düştü gurbet düştü ahlar düştü payıma

dört meleği şahit tutar nâdan nadan sevesi değil

 

numan kuldur haram yemez acı tütmez dilinde

kemlik de geçmez göynünden nâdan göresi değil”

(s. 95)

* Hece Taşları, Sayı 75



[1] Nevzat Akyar, Nar, Artos Kitap, Bursa 2017.

 

30 Mayıs 2021 Pazar

Sermest Ayılmaz/ Şiir Hakikâti Arama İşi midir?

 

     




“Ben istediğim zaman neden geçmek bilmiyor zaman

       Peki neden çabucak geçiyor ben istemediğim zaman”

Bu dizelerin şairi Şahin Uçar’la yıllar önce Konya’da bir çayevinde tanışmıştım. Son divan şairi  -Beşir Ayvazoğlu’na göre-  Şahin Uçar gibi birçok şair,  “zaman” imajını kapalı ya da açık olarak şiirinde kullanmaktan kendini alamamıştır. Aslında Şahin Uçar’ın bu dizeleriyle yazıma başlama nedenim “zaman” kavramı üzerinden bir genelleme yapmak değil.

Bir arkadaşım mart ayında yayımlanan bir dergiden şiir üzerine yazılmış bir değerlendirme yazısı göndermişti. Orada yazıyı yazan eleştirmenin bir ifadesi vardı: “Şiir hakikati arama işidir.”  Bu görüşü  birçok şair savunmuştu zaman zaman. Gerçi o dergide genç eleştirmen  bu tanımlamayı sanki ilk kez kendisi yapmış gibi altını doldurmaya çalışmış. Fakat biraz dönüp baksaydı bu yazıyı tekrar yazmak zorunda kalmazdı. Şiirin sezgi yoluyla hakikati arama işi olduğunu  Şahin Uçar da bir mülakatta dile getiriyor. Şahin Uçar “Şiir hakikati sezgi yoluyla aramaktır. Ve her şair kendine mahsus şiir diliyle bu hakikati ifade eder.” diyor.

Şiir, edebiyatın en büyülü türüdür. Bu öyle bir büyüdür ki hemen her kesimden insan şiir yazdığını söylerken tuhaf bir mağrurluğa bürünür. Çünkü şiir güzel sanatlar içinde bir zirvedir. Estetik zevkin ve entelektüel birikimin de bir göstergesidir aynı zamanda. Öyle ki padişahlar, krallar, bilgeler, filozoflar, din adamları şiir söylemişler; özellikle klasik Türk şiiri geleneğinin etkisiyle padişahlar mahlas bile kullanmışlardır. Koskocaman cihan padişahları kelimelerin gizeminde kaybolmak istemişler; kimi zaman bir kadehin içindeki şarabın rengine vurulmuşlardır. Çünkü şiir, gerçek dünyaya  hayâl âleminin galebe çalmasıdır. Hayâller güzeldir, hayâli sevgili güzeldir. Oysa gerçekler çoğu zaman can sıkıcı, can acıtıcıdır. Dünyanın boğucu gerçeklerinden uzaklaşmak isteyen şair, padişah bile olsa  şiirin hayâl dünyasına sığınır. Çünkü orası şairin dokunulmaz dünyasıdır. Bu hayâl dünyasının hakikati arama işi ve görevi olamaz.

Bir ressam sokağın başında tuvalini şövalesinin üzerine yerleştirmiş resim yapıyormuş. O sırada sokakta çocuklar top oynuyormuş. Top ressamın bulunduğu köşeye kaçınca çocuklardan biri, topu almak için ressamın yanına kadar gelmiş. Merak edip ressamın tuvaline eğilip bakmış ve demiş ki: “Bizim sokağın bu kadar güzel olduğunu hiç bilmezdim.”  Belli ki sokak hiç de güzel değildir. İhtimal ki eski binalar, sıvası dökülmüş evler, evlerden sokağa akmakta olan deterjanlı kirli sular vardır.                Fakat tuvaldeki sokak resmi ressamın muhayyilesinde bambaşka bir güzellik kazanmıştır. Ressamın hayâl dünyası sokağın bütün çirkinliklerini güzelleştirmiştir. Şiirde de durum böyledir. Şairin imge ve hayâl dünyası hakikâtin  katlanılmazlığını rengârenk bir  âleme dönüştürür.

 

Şiir, aklımızdaki gerçeklerle örtüştüğü anda zayıflar. Öyle ya, hakikati niçin şiirle ifade etsin ki şair. Gerçekleri olduğu gibi anlatmak şairin işi olamaz, olmamalıdır da. Şiirin olmazsa olmazı dolaylı anlatım ve mecazlardır. Bunu biraz daha açacak olursak benzetmeler ve metaforlardır şiirin gücü. İmge dediğimiz  kelimelerin yeniden anlamlanması ve çağrışım zırhına bürünmesi de böyle ortaya çıkar. Aklına gelen her şeyi sıralamak nasıl şiir olmuyorsa, gerçekliği olduğu gibi dosdoğru anlatmak da şiir olamaz. Şiirin kendi içindeki imge, ahenk, duygu dengelenmesi okuyanı biraz sarsmalı. Hatta çok güçlü şiirler  bu sarsmanın şiddetini  çarpma boyutuna götürür ki uzun süre o etkiden kurtulamaz o şiiri okuyanlar.

 “Ne içindeyim zamanın

 Ne de büsbütün dışında

 Yek pare geniş bir anın

 Parçalanmaz akışında.”

           Bu dizelerde Tanpınar, bahsettiğimiz  başka dünyayı zamanın da dışına taşıyarak  gerçeklikten uzaklaşma arzusunu  apaçık ortaya koymuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar; şiirlerinin bir kısmını  “rüya” ve “zaman” zemininin üzerine inşa etmiştir. Zaman öyle bir  şeydir ki insan ne onun içine girebilir ne de dışına çıkabilir.

         “Zaman avuçlarımda kar” diyordu doksanlı yıllarda bir kadın şair.Burada  “zaman”  kavramı  “kar”a dönüşerek güçlenmiş ve insan zihnini meşgul edecek bir etki gücüne sahip olmuştur. Buradaki “kar” metaforu üzerine zihin jimnastiği yapılırsa şiirin  hakikatle ilgi kurmak bir yana tam aksine dolaylı anlatımla yeni bir âlem kurma sanatı olduğunu söylemek hiç de abartılı olmasa gerek.   Hülasa “Şiir hakikati arama işidir.” tanımına yaklaşık kırk yıllık bir okur- düşünür olarak karşı çıkıyorum. Şiir; hakikâti yeniden ele alabilir belki, fakat hakikâti aramaz. Gördüğümüz bir güzelliği yeniden yorumlatır, hakikâtten hayâle  götürür. Bambaşka, güzel ve düşsel bir dünyadır şiirin dünyası.


Mayıs  2021/ Istanbul 

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Himmet Karataş / Şehrin Son Şarkısı

nisandı

hep yağmura yazdı hüznünü

betonla boğulmuş toprağın

bitkin ve endişeliydi sokaklar
gülde sürgün veren bir gamzeyi

yaralı bir gülüşle yıkadı çocuk

 

yine de geçmedi

göçebe şehrin göğsündeki yara
yoksul bir yalnızlıktı bu oysa
kıştan kalma bir kalabalık

 

uzak bir nisandı
zamanın sarkacında insan
ve kendi kurak çölünde
kırlangıç şarkıları söyleyen
kayıp bir liman




*** Tablo: S. Dali - Belleğin Azmi ( Katalanca: La persistència de la memòria)







 


Ahmet Yılmazefe / Karanfil Kokulu Masal









Karanfil Kokulu Masal



akıl ki firaridir bu akşam

körpe tenlerde can bulurken hayat

lal olmuş susmuş şarkılar

ağzından dökülürken eski bir şiir

karanfil kokusu kaplıyor dünyayı

dünya başımda dönüyor bu akşam

 

zaman yutuyor aşkları yıllara bölerek

avuçlarında tırnaklarınla ezerken

nergis sarısı bir anıyı

karanfil kokuyor dünya

 


çorak yazlarda yağmuru beklerken

yüzümün topraksı tarafı sulanıyor bakışlarınla

yağıyor göğün kararan yüzü

gözlerimin köylü şaşkınlığına

 


sen bir masala

dörtnala bir kısrakla gittin

yangınlar içinde  karartıp sevdayı

büyüttün beni yalnızlığımla

gittin yıldızlara değdi ellerin


                         

Antalya/ 2003