Uzun zamandır kendi kendime fikir ve düşünce egzersizleri yapıp duruyorum. Ben mi şiire aykırı duruyorum yoksa dergilerde yayımlanan, şiir kitaplarına giren şiirler mi? Şairinin adına imge dediği ama bende hiçbir çağrışım uyandırmayan iğdiş edilmiş ya da hünsalaştırılmış kelimelerle yazı kalabalığına mı dönüştürüldü şiir?
Şiir adına bu tür kaygılarımı ne zaman dile getirmeye çalışsam kendime alan açmaya çalıştığımı söyleyenler bile oldu. Varsın olsunlar.
Yaklaşık kırk yıldır şiir üzerine kafa yormaya çalışıyor ve şiirin bütün türleri ile yakından ilgilenip bana dokunan şiirlerden aldığım ilhamlarla kendi şiirimi yazmaya çalışıyorum. Bu zaman zarfında dergi yayın yönetmenleri ve birçok şairle ters düşmek zorunda kaldığım zamanlar oldu. Bu anlaşamamanın özeti ise benim modern şiir yazamadığım, çağın dışında kaldığım ya da kendimi yenileyemediğimmiş. Elbette bütün bunlara gülüp geçerek önüme bakmam gerekiyor.
Her şair, yaşadığı çağda yazmış olduğu şiirleri devamlı sallanan bir eleğe döker. Eleğin üstünde kalanları ise ya görür ya da kendinden sonraki nesiller ancak görebilir. Onun için ‘benim şiirim şudur, benim şiirimde şunlar vardır, benim şiirimi anlamayan şiir okumasın’ vs kabilinden konuşan şairlerden hiç hazzetmediğimi de gönül rahatlığıyla söylemek zorundayım.
Şiir; özenle seçilmiş kelimelerle bir uyum ve ahenk içinde söylendiğinde muhatabında bir karşılık bulur. Yazdığınız şiiri ne kadar anlaşılır bir dille yazıp yazmadığınızı test etmek için en azından çevrenizdeki dostlarınızla ya da ailenizle bir paylaşın. Böylece şiirinizin toplumda nasıl anlaşıldığının bir testini yapmış olursunuz.
Günümüzde bir şair bir başka şairin şiirinden bir şey anlamıyor. Peki, şairin anlamadığı şiiri, şiir okuru nasıl anlayacak? Şiir anlamını şairin karnında mı gizleyecek yoksa kelimeler arasında mı?
Başka başka cümleler kurarak sonuna bir sürü soru işareti koyarak meseleyi uzatmak istemiyorum.
Şiir önce şairin sonra da okurun kalbine dokunmalı. Şairde karşılığı olmayan duygu ve düşüncelerin okurda da bir karşılığını aramaya çalışmak karanlıkta gözlerimizi kapamak gibi bir şeydir.
Şiir, eline kalemi alınca ya da bilgisayar ekranı karşısına geçince dilinden dökülenler değil, kalbinden parmaklarına yürüyen duygu ve düşüncelerdir.
Bir kitap piyasaya çıktığında kitap ile ilgili bazı istisnalar hariç bir sürü ısmarlama yazılar yazılarak kitaba dikkat çekilmeye çalışılır. Bazen de bir kitap ile ilgili yazılan yazı bir başka derginin yazarı olmadığından o dergide kitabı ile ilgili yazıya yer verilmez.
Bir yazarın kitabı ile ilgili onlarca yazı yazılması o kitabın çok satmasına vesile olur mu orasını bilmiyorum. Bildiğim tek şey yazanın ve yazdıranın samimiyetidir.
Bir kitabın baskı tarihi ister yeni olsun ister eski hiç fark etmez önemli olan o kitabın sizin için yeni ve okunmaya değer bir kitap olmasıdır.
Masamın üzerinde onlarca kitap olur hangisini hangi zamanda okuyacağımın hesabını yapmam ama masamda duruyorsa mutlaka okunacaklar arasında yerini alır. İşte o kitaplardan birisi de Nevzat Akyar’ın Nar[1] kitabı. Kitabı geçen sene imzalayıp göndermiş ama nasip bu güneymiş.
Nevzat Akyar’ın ilk şiir kitabı Kemenkeş 2000 yılında çıkmış ve bu kitabı okuduktan sonra masaya yatırmış üzerinde olumlu olumsuz bir sürü düşüncelerimi yazdıktan sonra kendisine göndermiştim. O zamanlar ne yazdım ne çizdim bilmiyorum ama eleştirilerimin yerinde olduğunu yıllar sonra kendisi söyledi.
“zamanı
avlayabilmiş kaç kişi var
adem’i
kaç geçiyor havva’dan ne kaldı
israfil
toplanıyor doldurmak üzere avurdunu
ya bu, kim
bilebilir
ah ne
kaldı şuncacık ömürden
dervişin
su içip hamdetmesi kadar, dar
ya alsın
bu ateşi yüreğime koyan
ya
sevdirsin bu narı insanlara
yoksa bu
nar
har olup beni yutacak” (s. 13)
Kitaba böyle başlıyor şair. İlk şiir kitabı ile ikinci şiir kitabı arasında on yedi yıl geçmiş. İşin doğrusu şair bu kitabı göndermemiş olmasa bu kitaptan haberim bile olmayacaktı çünkü kitap ile ilgili bugüne kadar yazılan bir yazıya da rastlamadım. Önemli olan kitabın yayımlandıktan yıllar sonra da olsa bir şairin, bir okurun yüreğinde karşılık bulmasıdır.
İşte bu kitap gönlümüze dokunan kitaplar arasında şimdiden yerini almaya başladı bile.
Nar’ın sayfalarını çevirdikçe ne kadar şiirinin bize dokunduğunu da bu vesile ile test etmiş olacağız.
“annenin
gözleri hiç bu kadar kurumamıştır
serseri
mayınlar gibi gözleri çocukların
çocuklar
hiç bu kadar kimsesiz kalmamıştır
terkedilmiş
limanlar gibi avuçları kadınların
geç diye
bir şeyin varlığı düşer akıllara
ne
kayıptır hesapların mahşere kalması
kokusu
sinmiş gömlek kasket ve saçların
gözyaşıyla mezarlıkta yıkanması” (s. 24)
Bu şiir ölümle yüzleşmenin yetim/öksüz kalmanın şiiridir. Sizi dünyaya getiren iki kişiden birisinin gidişinin bıraktığı hüzün hüzün bulutlarından içinizden dışınıza yağan yağmurun şiiridir bu şiir. Hani atalar “Acı acıyı keser, su sancıyı” demişler ya işte öyle bir şiir.
Bazen okuduğunuz bir kitapta bir şiir bile yüreğinize dokunsa o kitabı okuduğunuza değmiş olur. Şairin diğer şiirlerinin sizde bir karşılığı bulunmasa da dokunan şiirinin hatırına kitaplıkta yer açarsınız.
“çiçekleri
ezmeyiniz
çünkü
onlar alıngan
bir
adamın elinden çıkar da suyu
damlamaz
yere kanları
bir
çiçek koparsa insan
farzet
ki yayladan
götürmek
için saraya
çiçek ağlar, ölür sultana varmadan” (s. 27)
Şair bu şiirin altına şöyle bir dipnot düşmüş:
-bu şiir, eğitimleri engellenen kızlarımız için yazılmıştır. Ah şair, sevenlerin toprakla geç, seninle erken tanış olsunlar ki ellerinle sunduğun ilaçların yanı sıra gönlünle yazacağın reçeteleri de görsünler.
“bilirim,
her
dağın zirvesine göre kar verir mevla
her
gönlün ufkuna göre aşk
her
zahide zühtü kadar cennet
her etin yanacağı kadar ateş” (s. 29)
Hani Koca Yunus’un “Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Yağ ile bal ede bir söz” dediği gibi şair de kelimeleri seçerken insanın yüreğine dokunan dil dili ile hâl dilini kıvamında kararak insanın iç dünyasında karşılığı olan erdemlerle şiir hamurunu yoğurduğunda ortak duygu ve düşüncenin mahsulünü biçer.
Şiir, insanın neresine dokunursa oradaki yaraları sağaltır. Aksi takdirde yan yana alt alta getirilen kelimeler bir mana bütünü olmaktan çıkar, anlamsız, içi boş laflardan öteye geçmez.
“usulca
gider su bakar ardından
ne çok
köprüleri okşamış elin
ya senin
o kırık kalbin şâduman
buluta
değecek korkarım sesin
toprak
sürer gider filizlerine
sen
çiçeğe dönsün diye beklersin
benim
nergislerim öldü şâduman
bahçıvanım
yok ki gülü beslesin
şimdi
bulutların üstündesin sen
içimde
bir vaha aşkı şımartır
ne dua
bizdendir ne aşkı gülen
bir
yürek yetmiyor aşka şâduman” (s. 59)
Bu ne kadar arı duru bir hece şiiri. Kitaptaki bütün şiirler serbestken araya böyle bir hece şiiri girmesi kitabın genel bütünlüğüne aykırı durmamış bilakis ayrı bir güzellik katmıştır.
Şair, yine başka bir hece şiirinde sanki yıllardır serbest hece şiiri yazan usta bir şair gibi gönül tellerimize dokunmaya devam ediyor.
“nazan
mı utangaç, köpük mü yoksa
kızın
içinde kuş, çırpıyor kanat
nazan’ın
ateşi harlar ocağı
mintanın içinde üşüyor saat” (s. 60)
Nevzat Akyar’ın Nar’ında o kadar not aldığım, yanını yönünü çizdiğim şiirler oldu ki yazacaklarım yarım kaldı. En iyisi siz bu gazeli okuyun, gerisini kitaba ulaştığınızda okursunuz vesselam.
“kırmızı halılar serdim
bağımın yollarına
sultanlar eteğin toplar
nâdan geçesi değil
kızılcık düştü erik düştü
nar düştü payıma
pir-i fani tadın bakar
nâdan yiyesi değil
yorulmadık rüya gördüm
gündüzün ortasında
uçtu ruhum güldü yüzüm
nâdan bilesi değil
bülbül efgan gül yorgun, lâle
sümbül bağ-u bostan
çingeneler rastık çeker
nâdan giresi değil
firkat düştü gurbet düştü
ahlar düştü payıma
dört meleği şahit tutar
nâdan nadan sevesi değil
numan kuldur haram yemez
acı tütmez dilinde
kemlik de geçmez göynünden
nâdan göresi değil”
(s. 95)
* Hece Taşları, Sayı 75